17 Ekim 2009 Cumartesi

EMİN ERDEM SANATÇILARIMIZI ANLATIYOR

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA'DAN KALEM ALAN ÇOCUK

.... Geldiği yere kalemiyle gelmiş olan Vecdi SEVİĞ'in 'aferin'inden duyulan mutlulukla.
-----------------------------------------------------------------------
BİRİNCİ ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA'YA SAYGI....
Pertevniyal Lisesi de, Kabataş gibi, Vefa gibi İstanbul'un eski ve daha çok da orta ve ortanın altı ekonomik durumdaki ailelerin çocuklarının okuduğu bir okuldu bizim zamanımızda. Aşure günlerine katılıyorum da ordan biliyorum, şimdi de durum değişmemiş.
Değişen şu: Bilirsiniz, Lisemiz Aksaray'da Valide Camisi bitişiğindedir. Özellikle güzelim caminin görünümünü bozan üst geçit, benim okuduğum 1966/68 yıllarından sonra yapıldı. Bizim lisemizin tam karşısında, o zamanki bakışımla çok lüks bir ŞÖLEN PASTANESİ vardı. Çok çok istediğim halde bir şey alıp yediğimi hatırlamıyorum. Yoksa, ya tadının güzelliğiyle, aksi halde verdiğim onca paranın acısıyla mutlaka hatırlardım. Pastaneyi solunuza alıp Aksaray Meydanına doğru 50 adım kadar ilerlediğinizde, büyükçe bir kitap/kırtasiye dükkanı görülürdü:
KALEM KİTAP. Tabeladaki isme rağmen, kitaptan çok kırtasiye ile dolu bir yerdi. Bariz özelliklerinin birincisi, vitrin camlarına en büyük boy kartonlara yazılmış şiirlerin yapıştırılması ise, ikincisi içerisinin çok loş olmasıydı. Sahibinin bir şair olduğunu bilirdim de doğrusu önemi hakkında bir fikrim yoktu. Kalem, silgi, dosya kağıdı vb ihtiyaçlarını ordan alan diğer arkadaşların da benden çok farklı bir bilgi sahibi olduğunu da sanmıyorum.
Çok net hatırlıyorum, ufak bir çocuk denecek birinden başka kimseyi de çalıştırmıyordu. Yaptığı işten hiç ama hiç hoşnut olmayan birinin davranışlarını sergiliyordu. Bir dükkancıdan çok, otoriter bir öğretmen görünümündeydi. Sonraları, hakkında biraz bilgi edinince, sevmediği bir işi sırf geçim nedeniyle yapan birinin ruh haline, asker kökenli olması, çok ileri yaşına kadar evlenmeyip yalnız yaşaması ve hatta belki de kitaplarla hiç ilgilenmeyen bizleri sevemediği için böyle asık yüzlü olduğunu da ihtimallere katmışımdır. Bir başka ilginçlik, çok çok iyi hocalarımızdan birinin bile 'bakın şurada değerli bir ozan var' dememiş olmalarıdır.
Sanıyorum Dağlarca hayatının her aşamasında tanınmak, gündemde olmak için gayret etmek bir yana, kendi kozasında -kendi seçtikleriyle- bir arada olmayı seçmiş ve şiirinde nasıl istediği yere gelmişse, özelini de hep korumuştur.
Dağlarca'yı okumayı bir ihtiyaç görmeyenler mutlaka olmuştur. Ama ona şiiri nedeniyle dil uzatanı hatırlamıyorum, olduğunu da sanmıyorum.
Size, çok ünlü ve bir o kadar da hüzün veren AĞIR HASTA şiirini sunuyorum:

Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip geceleri
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri
.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir
Ağarırken uzak rüzgarlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir
.
Gözlerim örtük, fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun nur gibi
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle nasibi
.
Anneciğim büyüyorum ben şimdi
Büyüyor göllerde kamış
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış
.
(Keşke sağlığında ziyaret edip, '...yavaş ve tenha' nın onun ustalığının bir sonucu mu, yoksa türkçenin bir mucizesi mi olduğunu sorup öğrenseydim).
*
Dağlarca l950'li yıllarda 'Çocuk ve Allah'ı yazdığında çok farklı bir ses olarak algılanmış, ama yine de kimse onun gibi olmaya çalışmamış -belki cesaret edememiş-, ayrıca mesela NAZIM'a hiç aykırı düşmemiş ama kesinlikle ona benzemeye de çalışmamıştır.
Anısına saygıyla...

Emin ERDEM
15 Ekim 2009
*


'' ....ELLİYEDİ BENİM GENÇLİK YAŞIMDI.''

Anlatamıyacağımı biliyorum. 4 yıl beklemem de bundan. Gayret, bir filmde 'İngrid BERGMAN varsa mutlaka izleyenler'e düşüyor.
---------------------------------------------------------------
26 Temmuz 2005. Muhtemelen gazete almaya bakkala doğru gidiyordum. İnsanın bir duyduktan sonra artık hep duymak isteyeceği güzel bir sesin, kulağa çok hoş gelen bir türkçeyle
-Afedersiniz, Mehtap Sokağı biliyor musunuz? diye sorduğunu duydum.
Çok narin, sade giyimli, kısa saçlarında beyazdan başka bir tek renk bulunmayan aydınlık yüzlü yaşlı bir hanım adres soruyordu. Yirmi yıldan fazladır, yazları burada oturuyor olmamıza karşın, bir tek, evimizin bulunduğu RAUF MUTLUAY Caddesini biliyordum. Yardım istiyordu ama, bir yandan da yardımcı olma gereği duydu
-Bakkala gittim, dönüşte evimin bulunduğu sokağı kaybettim'.
İş kolaylamıştı, beraber bakkala gidecek sokağı öyle arayacaktık.
-Efendim ihtiyarlık kötü, aciz duruma düştükten başka, bir de böyle benim gibi, etrafını rahatsız ediyorsun.
-Hanımefendi ne rahatsızlığı... bir adres sormayla... zaman zaman hepimiz bunları yaşıyoruz. Sonra, ben de genç değilim, elliyedi yaşımdayım.
Durdu. Mutlaka düzeltilmesi gereken yanlış bir sözü, ertelemeden hemen düzeltir gibi
-Siz elliyediye yaşlı mı diyorsunuz? Elliyedi benim gençlik yaşımdı' dedi.
-Efendim iyi ki Mehtap Sokağı bana sordunuz, iyi ki kolunuza girip beraber yürümeme izin verdiniz. Güne, ağzından bal akan biriyle konuşarak başlıyorum...
*
Alman Lisesi Edebiyat öğretmenliğinden emekliymiş. Sevgili hocam Şükriye TÜTENGİL lisemize ordan gelmişti. Arkadaş imişler. Sorularım üzerine Şükriye/Cavit Orhan TÜTENGİL, Rauf MUTLUAY, Tahir ALANGU, Oktay AKBAL, Fazıl Hüsnü DAĞLARCA, Hilmi YAVUZ, Cahit KÜLEBİ ile ahbaplıkları ortaya çıktı. Bir ara, 'eşim de öğretmendi' dedi. Sonra sanki, 'bugün hava sıcak olacak' der gibi 'Behçet NECATİGİL' diye ilave etti.
(Kabul edin ki siz de olsanız şu saçma soruyu sorardınız:)
-Hanımefendi siz Behçet NECATİGİL'in eşi misiniz?
-Tanıyor musunuz?
-Hanımefendi NECATİGİL'i kim tanımaz?
Ben bu güzel tesadüften memnun, sevgili Huriye NECATİGİL -hangi nedenledir bilmem- memnun, yürürken, aklıma birkaç gün önce Cumhuriyet Kitap Eki'nde okuduğum röportaj geldi.
-Hanımefendi sizin kızınız da bu yılki Sait Faik Ödülünü kazandı değil mi? dedim.
Huriye Hanım, demek ki bunu dahi(!) biliyor olmayı bana yakıştıramadı, marifet sahibi ben imişim gibi övgülerde bulundu. Onları yeterli bulmadı,
- Lütfen beni kırmayın, şimdi bize geleceksiniz size kitaplar armağan edeceğim, dedi.
Bunları konuşuyor, yürüyorken, sokağa da yaklaşmış olduk, derken evi bulduk.
Eve buyur etti, bir başka zamana söz vererek izin istedim.
-Olmaz, bekleyin size kitaplar getireceğim.
Almamak nezaketsizlik, kabul etmek, yol göstermenin bir karşılığı gibi olacak....
Neyse ki Huriye Hanım aceleden, kızı Ayşe SARISAYIN'ın Sait Faik Ödülü kazandığı ve kendisi için imzaladığı YORGUN ANILAR ZAMANI kitabı da dahil imzalı kitapları vermiş.
Bir iki gün içinde aynı kitapları aldık. Onları imzalatmak (yanlışlıkla verilenleri de teslim etmek) için 30 Temmuz 2005 cumartesi günü -eşimle- evlerine yöneldik.
*
(Huriye Hanım iki kızına olayı öyle bir anlatmış ki, sanki ben olmasam anneleri kaybolacakmış gibi karşıladılar. Meğer Ayşe SARISAYIN oğlu da İTÜ'de istediği bir bölümü kazanmış. Bahçede bir sofra kurmuşlar, kutluyorlar. Yalnız o zamanlar kallavi, bembeyaz bir sakalım var, genellikle hacıamca ve hatta hacıdede hitaplarına muhatap oluyorum. Beni eşimin babası zannediyorlar, öyle davranıyorlar. Bu da eşimi tarifi imkansız memnun ediyor. Bahçede bizi önce baba/kız zannettiler. Hiç unutmuyorum, Ayşe Hanım elinde kadeh, -ben hacı sakallı- şarap ikram teklifinde bulunsun mu tereddüdü yaşamıştı.)
***
Kendisi çok önemli olmasa da, Selim İLERİ'nin yargısı çok ilginç: 'Behçet NECATİGİL türk şiirinin en büyük şairidir.'
Hadi o Selim'dir, öbürlerine bakalım deseniz, önemli isimlerin hiç biri, ilk on dışında tutmazlar. Kendisi çok önemsenmiş, söyledikleri en az bir ATAÇ kadar yankı bulmuştur.
***
Şimdi gelelim kızı Ayşe SARISAYIN'ın babasını anlattığı 'Çok Şey Yarım Hala' adlı, YKY arasında çıkmış kitabın 92. sayfasındaki (tıpkıbasımını da sunduğum) bir paragrafına. Özetle, '...babam annemle nişanlandığı akşam, sıkılıyor, siz oturun, ben biraz dolaşır sonra gelir anne/babamı alırım deyip nişan evini terk ediyor, kendini sokağa vuruyor.'' İlginç değil mi?
Kızları (Ayşe SARISAYIN ve Selma ESEMEN) yine YKY yayınlarından SERİN MAVİ'de de babaları Behçet NECATİGİL'i anlatıyorlar. Yere göğe sığdıramamacasına...
***
Bir sac sobanın bile lazım olduğunda hemen alınamadığı, Beşiktaş'taki kira evinin bir odasında herkes çıt çıkarmadan yaşıyor, diğerinde baba dur durak bilmeden çeviriler yapıyor, kitaplar, şiirler yazıyor. Bu düzeni adeta kutsal bir görevi yerine getirir gibi Huriye Hanım kurmuş ve sürdürmüş. Kitaplardan öğreniyoruz ki yatalak anneanneye Huriye Hanım bakıyor. Sağlığı sık sık bozulan Behçet Beye Huriye Hanım bakıyor. Evin tüm yükü Huriye Hanımda. İkisi de iyi okullarda okuyan kızların bütün sorunlarıyla beraber büyümeleri, ihtiyaçları, tatilleri... Huriye Hanımın kendisini adeta yok sayarak hayatını Behçet Bey ve çocuklarına vakfetmesi ile geçmiş.
***
Herkes bunları olağan karşılamış. En çok da Huriye Hanım.
Benim şaştığım bu. Halbuki her şeyi babalarına mal eden kızlarının kitabından şu sonucu çıkardım: Behçet Beyin eşi Huriye Hanım olmasa -bırakın yarımı- çok şey yarımdan da daha az olurdu.
***
''Ardımdan dökülen su,
Ben gidince nem kalır'' diyen şairi seviyorum, ama..
***
Huriye Hanıma bu hayranlığım bilmem ki birkaç ayda bir aramalarımda, benim kibar biri olduğumu söylemesinden midir, yoksa yukarda bir resmini de gördüğünüz insanın, hiç bir söze ''Ben....'' diye başlamamasından mıdır? İnanın karar veremiyorum.
Beni İngrid BERGMAN filmlerine çeken O'nun tamamen O'na ait mahzunluğuydu. Bakın işte onu biliyorum.

Baki selamlar. Emin ERDEM
12 Ekim 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder