19 Mayıs 2011 Perşembe

ATATÜRK VE MÜZİK

ATATÜRK VE MÜZİK
Vecdi Seviğ
22 yaşında bir genç 1935 yılının Nisan ayında Ankara’dan Moskova’ya bir mektup gönderir. Mektuptan kısa bir bölüm:
“… Yol, yolculuk fevkalade güzeldi… Buraya geldiğim gün, askerler için düzenlenen konserde tek başıma çaldım. Dün Konservatuar’da Şoştokoviç ve Oborin ile birlikte çaldık. Akşam saat 10.00’da İçişleri Bakanlığı’nda balo başladı. Buraya bütün hükümet temsilcileri ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de (“Türklerin Atası”) bulundu. Balo’da hepimiz sahneye çıktık ve konser verdik. Balo sabah saat 07.00’da bitti. Benim icra ettiğim iki eser arasında Atatürk yüksek sesle şunları söyledi: “Devrimimiz daha bitmedi. Güzel sanatlar ve müzik alanında daha başlamadı. Dinleyin ve öğrenin!” …Cumhurbaşkanı şakayla bizim Türkiye için armağan olarak gönderildiğimizi ve bu yüzden, bizi geri göndermeme hakkına sahip olduğunu söyledi. “Ve zaten göndermeyeceğim!...” dedi.
       Bu satırların altındaki imza David Oistrakh’tır.
       1935 yılı Türkiye - SSCB ilişkilerinde önemli izler taşır. “Türkiye’nin Kalbi Ankara” o yıla tarihlenen en bilinen olaydır. Aynı yıl, SSCB’den kalabalık bir sanatçı grubu da önce denizyolu ile İstanbul’a, oradan da Ankara’ya gelir, konser verir. Sanatçılar Başkent’ten sonra İzmir ve İstanbul’da da konserlere katılırlar. Oistrakh, kemanıyla bu gruptadır. Daha sonraki yıllarda besteleriyle tanıdığımız Dimitri Şoştakoviç piyanonun başında genç bir sanatçıdır; tıpkı Lev Oborin gibi. Konuk sanatçılar, Türkiye’de Cemal Reşit Rey, Hasan Ferid Alnar, henüz 15 yaşındaki besteci Sabahattin Kalender ile tanışırlar.  (Ferah Tahirova, Şostakoviç ve Türkiye.  Pan Yayıncılık, Mart 2010)
            Şoştokoviç ve Oistrakh’ın da dahil olduğu heyetin Ankara ziyareti sırasında, bazı bestelerin notalarının Atatürk’e armağan edildiği anlaşılıyor. Atatürk’ün kitaplığında 14 müzik kitabının yanı sıra bulunan 63 notadan önemli bölümünün Rus bestecilerin eserleri olması, bunlar içinde en yenisinin 1934 tarihini taşıması ve nihayet piyano bestelerinin çoğunlukta olması bunun katını olabilir mi?
     Ben olabilir diyorum.
     Bu ziyaret, Mustafa Kemal’in “başlamadı” dediği müzik alanındaki “devrim”e giden önemli bir adımdı. Ama Mustafa Kemal’in “müzik devrimi” fikrinin temelleri gerilere dayanmaktadır.
    Yıl 1925. 14 Ekim günü Mustafa Kemal İzmir Kız Öğretmen Okulu’ndaki konuşmasında, bir soru sorar: “Hayatta müzik gerekli midir?” yanıtı da kendisi verir: “Hayatta müzik gerekli değildir.” Cümle burada biter ama konuşma devam eder:
    “Çünkü hayat müziktir. Müzikle ilgisi olmayan varlık insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayata zaten var olamaz. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Yalnız müziğin çeşidi incelemeye değer.”
        Tam bir ay sonra, 14 Kasım 1925’de Alman Vossische Zeinutnh Muhabiri Emil Ludwing, “Müzik Devrimi?” diye soru yöneltir genç Türkiye Cumhuriyeti’nin liderine; yanıt Montesquieu’nun “…bir milletin müzikle ilgisine önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz” sözlerinin anımsatılmasıyla başlar ve müziğe çok önem verdiğini belirterek, “Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkında işitilebilir” der.
       Aklında çok sesli müzik vardır. Çok bilinen, anlatılan radyoda Türk müziği yayınının durdurulması da bundandır. Doç. Dr. Süleyman Tarman, Atatürk, ’ün müzik konusundaki görüşlerini derlediği çalışmasında, “1934 yılının ikinci yarısı, Atatürk’ün özellikle müzik konusundaki düşüncelerinin git gide yoğunlaştığı bir dönemdir” diyor. (Süleyman Tarman, Doğumunun 130. Yılında Atatürk ve Müzik. Müzik Eğitimi Yayınları, Mayıs 2011)
     Tarman’ın bu vargısının dayanağı, 1934 yılı Ekim ayında, Atatürk’ün Arapça-Farsça sözcüklerle yazılmış bir şarkının sözlerini günlük Türkçeye aktardıktan sonra Adnan Saygun’dan besteleme isteğini aktardığı anılardır. Saygun, anılarında, yaptığı besteyi gece Köşk’te bulunanlara çalınca Atatürk’ün, “Efendiler! O sözler Osmanlıcadır ve onun müziği Osmanlı müziğidir. Bu sözler Türkçedir ve bu müzik Türk müziğidir. Yeni sosyete, yeni sanat!” dediğini yazar.
   Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün müzik konusuna yaklaşımı için, “Kafaca batı müziğine inanmış, zevkçe alaturkaya bağlı kalmıştır” diyor.
    Mustafa Kemal’in çok sesli müziğin geliştirilmesi çabalarının sonucu, yıllar sonra,2011’de, Türkiye’ye gelip 10-11 Şubat’ta CSO’da konser veren keman ustası Sergey Kravchenko’nun Anadolu Ajansı’na verdiği demeçteki saptamayla günümüze taşınmaktadır: ''Avrupa'da klasik müzik dinleyicisi belli bir yaştadır. Oysaki Türkiye'de çok sayıda genç seyirci var. Bu klasik müzik açısından umut verici.''
19 Mayıs, Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı, kutlu olsun.
19 Mayıs 2011, Ankara Vecdi Seviğ

9 Mayıs 2011 Pazartesi

KEMALİST BAKIŞ AÇISINDAN SELANİK-KAVALA GEZİSİ

  Mülkiye Dostluk Grubu üyeleri tarafından gerçekleştirilen Selanik -Kavala gezisi sonrasında, katılımcı arkadaşımız Hamdi Küçükkırca,  bu seyahati farklı bir yaklaşımla değerlendiren aşağıdaki yazıyı kaleme almış ve gruba göndermiştir. Bu farklı ve güzel  seyahat anısı, grup üyeleri dışında tüm mülkiye camiasından ilgi duyanların ulaşabilmesi için buraya alınmıştır 
mkırali

Değerli arkadaşlar,

Bu yazımda Selanik-Kavala gezimizi Kemalizm’in ilkeleri ışığı altında irdeleme gayreti içinde olacağım. Daha öncekilerde olduğu gibi bu yazımda da çok gerekli olmadıkça kişi adlarından söz etmemeye çalışacağım.

ATATÜRK’ÜN DOĞDUĞU EVDE YAŞANAN HOŞ SÜRPRİZ:

Gezimizin ilk durağı olan Atatürk’ün doğduğu evin ziyaretinde beni en çok etkileyen olay, 1988 Mülkiye mezunu olduğunu öğrendiğimiz Selanik Başkonsolosu’nun, Adana Lisesi’nden matematik öğretmeni olan gezi arkadaşlarımızdan bir hanımefendinin elini saygı ve sevgiyle öpmesiydi.

Başkonsolos, isteseydi öğretmenini tanımamış gibi davranıp, görmezden gelebilirdi; ama tam tersi bir yaklaşımla öğretmeninin elini samimi bir saygıyla öpmesi doğrusu çok hoş bir görüntüydü.

Başkonsolosu, eğitimine katkı veren öğretmenine gösterdiği içten saygı nedeniyle taktirle anıyorum. Ama öte yandan Başkonsolosun Türk kültürüyle örtüşen bu davranışını, bir sevgili arkadaşımızın ablası olan öğretmen hanımın mesleki ve pedagojik yeteneğinin bir kanıtı olarak da görüyorum.

Dönüş yolunda bu öğretmen hanımla yaptığım görüşmede, A.Ü. Fen Fakültesi Matematik Bölümü mezunu olduğunu öğrendim. Bizim gençliğimizde, Fen Fakültesi çok saygın ve kazanılması en zor fakülteler arasındaydı. Bu da öğretmen hanımın iyi bir mesleki eğitim aldığını ortaya koyar.

Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evde yaşadığımız bu hoş görüntü bana, Kemalizm’in öğretmene ve akıl ile bilimi esas alan laik eğitime verdiği önemi ortaya koyan şu çarpıcı olayı anımsattı:

23 Nisan 1920’de TBMM’nin toplanması, ülkemizde öğretmen örgütlenmesi için de bir kıvılcım işlevi gördü. Ankara’da kurulan Muallim ve Muallimeler Cemiyeti, ihtiyaç üzerine Mayıs/1921’de diğer öğretmen örgütlerinin üst kuruluşu haline gelir,  Muallim ve Muallimeler Cemiyetleri Birliği adını alır. Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal Paşa, bu öğretmenler birliğinin de fahri başkanıdır. Bu birliğin yönetim kurulunda milletvekilleri çoğunluktadır. 15 Temmuz 1921’de, bu öğretmen örgütü ve Maarif Vekaleti’nin ortak çabasıyla, Polatlı’da top sesleri sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplanır. Mustafa Kemal cepheden gelir, öğretmenlerin tek tek ellerini sıkar. Kongrede önemli bir konuşma yapar.(www.autocadokulu.com)

İşte Selanikte, Atatürk’ün doğduğu evde Mülkiyeli Başkonsolosun lise öğretmenine gösterdiği içten saygı, hiç kuşkusuz ki ilhamını, Atatürk’ün bu örnek davranışından almıştır.

Gerek Mülkiyeli Başkonsolos’u, gerekse cumhuriyetin öğretmenini sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

GRUBUMUZUN TÜRKİYE’NİN TANITIMINA KATKISI;

Gerek yolculuğumuz sırasında ve gerekse Selanik ve Kavala’da gittiğimiz tavernalarda, Mülkiyeli erkeklerin, eşlerinin ve kızlarının özgürce şarkı ve türkülere katılmalarına, halk oyunu oynayıp dans etmelerine karşı en küçük bir olumsuz tavır içine girmemelerini büyük bir mutluluk ve hoşnutlukla izledim. Bu durumu, kadın-erkek eşitliğini hedefleyen Laik Cumhuriyet Devriminin, Mülkiyeli kadınlar ve erkeklerin oluşturduğu ailelerce nasıl özümsenip benimsendiğini ortaya koyması açısından önemsediğimi belirtmeliyim.

Bu bağlamda 1998 Mülkiye mezunu iki kızımızdan söz etmeyi gerekli görüyorum. Yaptığım sohbette, içlerinden birisinin babasından iki yaş daha yaşlı olduğumu belirleyince, bu iki değerli hanımefendiye kızımız sözcüğü ile hitap etmeyi daha sıcak ve uygun buldum. Bu iki değerli kızımız, özellikle Kavala’daki tavernada birlikte yaptıkları ve tek tek katıldıkları halk oyunları ile gerek grubumuzun ve gerekse Yunanlı’ların sempatisini çekmeyi başardılar, bizleri gururlandırdılar.

Okuldaşımız olan bu iki değerli hanımefendiden birisinin çok özgün bulduğum sesiyle yol boyunca söylediği Türk kültürünün seçkin türkülerini kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum. Tam bu noktada özellikle Selanik Türküsü’nden söz etmeliyim. Rumeli göçmeni bir ailenin çocuğu olmamın, bu türkünün beni etkilemesinde rolü olabileceğini kabul ediyorum. Ama bundan daha çok bu sevgili okul arkadaşımızın söyleyiş tarzının beni çarptığını belirtmeliyim. O’nun sayesinde Selanik Türküsü’nün,  ruhuma adeta bir nakış gibi işlendiği duygusuna kapıldım.

Sevgili Mekan’ın, neredeyse oğlu yaşındaki Yunanlı bir palikarya ile zeybek oynaması görülmeye değerdi doğrusu…

Zeybeği, Yunanlı delikanlı Yunan tavrıyla, Mekan ise Anadolu(Ege) tavrıyla oynadı. Anadolu tavrıyla oynanan zeybek, bana daha sıcak ve yakın geldi. Ayrıca Mekan’ın, zeybek oyunundaki figürlerinin müziğin ritmiyle tam bir uyum içinde olması çok hoş bir görüntü verdi. Oyunun sonunda her iki zeybeğin birbirlerini kutlamaları dostluk açısından güzel bir manzara oluşturdu.

Grubumuzun, gezi boyunca gittiğimiz her yerde ülkemizi aydınlık ve uygar yüzüyle temsil edip tanıttığını kıvançla söyleyebilirim.

YUNANLI’LARIN GRUBUMUZA DÖNÜK TAVIRLARI:

Selanik’te ve Kavala’da, bu arada uğradığımız Drama, İskeçe, Gümülcine ve Dedeağaç’ta kaldığımız otellerde, gittiğimiz taverna ve lokantalarda, meydanlarda, parklarda ve yollarda muhatap olduğumuz Yunanlı’lardan bizlere yönelik en küçük bir ırkçı söylem ve eylemle karşılaşmamış olmamızı Türk-Yunan dostluğu ve Kemalizm’in en önemli ilkelerinden olan “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesi açısından çok olumlu bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim.

Gezimizin fedakar ve sevimli rehberi Dimitris’in ırkçılığa pirim vermeyen, bu konuya büyük özen gösteren ve bizleri kırmaktan kaçınan örnek tavrını saygı ve sevgi ile anıyorum.

Yine Dimitris’in, bizleri alış-verişe özendirmekten, tahrik etmekten yönlendirmekten kaçınan tavrını, “bunları İstanbul’da çok daha ucuza satın alabilirsiniz” uyarılarını bir yandan iş ahlakına uygun bir davranış olarak görürken, öte yandan ırkçılığı reddeden bir davranış olarak da değerlendiriyorum.

Bir başka açıdan ise Dimitris’in, doğduğu ülkesi Türkiye’ye sevgiyle bağlı olduğunun bir göstergesi olarak görüyorum.

YUNAN YÖNETİMİNİN OSMANLI DÖNEMİ YAPILARINA YAKLAŞIMI:

Kavala’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın külliyesi içinde yer alan İmaret’in, ahşap malzeme ile aslına uygun bir şekilde restore edilerek otele dönüştürülmesini ve adının da İmaret Oteli konulmasını Türk-Yunan dostluğuna ve dolayısıyla barışa hizmet eden bir yaklaşım olduğunu söyleyebilirim.

Yine Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi’ne yakın bir yerde bulunan, 17. Yüzyıl Osmanlı yapımı olup, cami iken kiliseye dönüştürülen bir yapının restore edilerek, müze olarak kullanılmak üzere tekrar camiye dönüştürülmüş olması da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Buna karşılık gezimiz sırasında uğradığımız yerlerde kiliseye dönüştürülmüş birçok camiye rastladığımızı da belirtmeden geçemeyeceğim.

İKİ HALKIN KÜLTÜREL ETKİLEŞİM VE YAKINLIĞI:

Kavala’da gittiğimiz tavernada kemençe sanatçısının müzik grubuna katılmasından sonra çalınan oyun havasına(horona) Yunanlıların  genci-yaşlısı, kadını-erkeği ile katılmaları ve adeta bir dinsel tören ya da ayin yapar gibi huşu içinde oynamalarından çok etkilendim.

Kemençenin ülkemizde de çok sevilen ve gerek halk müziğinde, gerekse klasik Türk müziğinde yaygın olarak kullanılan bir enstruman olması kaçınılmaz olarak grubumuzu da hareketlendirdi ve birçok arkadaşımız Yunanlı gruba katıldı. Yunanlı grubun kendilerine katılmak isteyen arkadaşlarımızı içtenlikle aralarına almaları dostluk açısından çok hoş bir manzara oluşturdu.

İtiraf etmeliyim ki, kemençenin Yunan müziğinde de kullanıldığını o ana kadar bilmiyordum. Bu durumu grubumuzun üyelerinden birisi,”Lazların, kemençe çalan bizden değildir. Tulum çalan lazdır” dediklerini söyleyerek açıkladı.

Ankara’ya döndüğümde bu konuyu bir laz arkadaşımla görüştüm. O da bu söylemi onayladı. Ancak, bunun ırkçı bir yaklaşım olarak görülmemesini, bu ifade ile kemençenin daha çok Trabzon ve havalisinde yaşayan insanların, tulumun ise Lazların enstrumanı olduğunu anlatmayı amaçladıklarını belirtti. Lazların horonu tulum eşliğinde, Trabzon ve yakın çevresinde yaşayanların ise kemençeyle oynadıklarını, yine gerek Trabzonluların ve gerekse Lazların horonu geleneksel olarak kadın erkek bir arada oynadıklarını laz kökenli arkadaşımdan öğrendim.

Kemençenin, Farsça küçük keman anlamına geldiğini; Giresun, Trabzon, Batı Rize ve Kuzey Gümüşhane’de Türkler ve 1923(mübadele) öncesinde Doğu Karadeniz Rumları tarafından çalındığını; Rize’nin doğusunda yerini tuluma, Samsun’un batısında ise zurnaya bıraktığını; Ağasal ve Giresun Çepnileri tarafından yaygın kullanımına rağmen, Anadolu’nun diğer bölgelerine dağılmış Çepni Türkmenlerince bilinmemesinin(örneğin oldukça yakın olan Sivas ve Kastamonu Çepnilerinde), Hemşinlilerin(Trabzon kültürüne adapte olmuş Cimil vadisi hariç), Lazların, Haltların(Gümüşhane, Bayburt, Erzurum) bu enstrumanı tanımamasının, yöreye başka bir bölgeden taşınmış olsa bile Trabzon, merkez ve sahil ilçelerinde geliştiğine işaret ettiğini internette kemençe ustası Mehmet Gündoğdu’nun sitesinden öğrendim. Bütün bunlar da bende, kemençenin Doğu Karadeniz Rumlarının enstrumanı olabileceği izlenimini uyandırdı.

Yine konuyla ilgili olarak internette gezinirken, Aclan Sezer Genç adlı bir horon eğitmeninin sitesinde yayınlanan vidyoların tümünde horonun erkekler tarafından oluşturulan ekiplerce tepildiğini ya da oynandığını gördüm. Horon aslında geleneksel olarak kadın-erkek birlikte oynanan bir oyun olarak bilinmesine rağmen bu sitede, adı geçen eğitmen tarafından kadın-erkek birlikte oynanan horonun, karma horon olarak adlandırıldığını ve horon türlerinden biriymiş gibi gösterildiğine tanık oldum.

Gerçi Doğu Karadeniz’deki yayla şenliklerinde ve düğünlerde horonun kadın-erkek birlikte tepildiğini televizyonlarda zaman zaman izlesek de, son yıllarda toplumumuzun giderek dinselleştirilmesine paralel olarak kadının toplumsal yaşamdan her geçen gün biraz daha uzaklaştırılmasının, bu alanda da kendini hissettirdiğini ve horonun artık daha çok erkek erkeğe oynanan bir oyuna dönüştürüldüğünü görmemek mümkün değil.

Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir; oysa din ve devlet işlerini birbirinden ayıramayan ve anayasasında devletin Ortodoks olduğu belirtilen Yunanistan, Avrupa Birliği’nin tek laik olmayan ülkesidir. Buna karşılık konuya, laikliğin en temel özelliklerinden olan kadın/erkek eşitliği bağlamında bakıldığında, kağıt üzerinde yazılanlardan çok farklı bir durumla karşı karşıya kaldığımız görülmektedir.

Tavernaların, Yunan halkının kadınlı/erkekli bir arada bulundukları, yiyip, içip birlikte eğlendikleri geleneksel mekanlar olduğu dikkate alınırsa, grubumuzun üyeleri dışında, Türkiye geneliyle karşılaştırıldığında, toplumsal yaşama özgürce katılım açısından, Yunanlı kadınların Türk kadınlarına oranla daha ileride olduklarının  rahatlıkla söylenebileceği kanısı bende uyandı. Bu da doğrusunu söylemek gerekirse, bir cumhuriyetçi olarak beni üzdü.

Bu değerlendirmelerimin, bilgiden çok dar bir bölgede yapılan gözlem ve izlenimlere dayalı olduğunu biliyorum. Bu nedenle de, Yunanistan’ı, Yunan halkını, folklorunu, eğlence ve yemek kültürünü bilen arkadaşların bu konuya katkı vermelerini bekliyorum.

İSTANBUL’DA YAŞAYAN YUNAN UYRUKLU RUMLARIN 1964 YILINDA SINIR DIŞI EDİLMELERİ OLAYI:

Gezimiz sırasında Rehberimiz Dimitris’in, Heybeli Ada Rumlarından olduğunu ve 1964 yılında ailece Yunanistan’a(Atina’ya) göç ettiklerini hepiniz anımsayacaksınız sanırım. Bu açıklamasından sonra yaptığımız bir ikili görüşmede Dimitris’e, Kıbrıs’ta 1963 Noel’inde yaşanan olaylardan sonra gönderilen Rumlardan olup olmadığını sordum. Dimitris bu sorumu, “Benim Kıbrıs’la ne işim olabilir? Bana ne Kıbrıs’tan” diyerek, biraz öfkeli, biraz da konuyu geçiştirmeye çalışan bir yaklaşımla yanıtladı.

Aslında Türk/Yunan ilişkileri açısından büyük önem taşıyan bu olayı, Dimitris’in duygusal tepkisini de dikkate alarak, objektif bir yaklaşımla ele almayı ve yazımı bu olayın değerlendirmesiyle tamamlamayı gerekli gördüm.

İnternette yaptığım araştırmalar sonucunda yazımın bu bölümünü, Ege Makedonya’sından İstanbul’a göç etmiş bir ailenin çocuğu olan 1953 İstanbul doğumlu araştırmacı yazar Bojidar Çipof’un İlk Kurşun Gazetesi’nde yayınlanan 24 Mart 2011 tarihli  “1964’te YUNANİSTAN VATANDAŞI RUMLAR TÜRKİYE’DEN SÜRGÜN DEĞİL SINIR DIŞI EDİLDİLER” başlıklı yazısından yararlanarak yazdım.

1964’te Yunanistan ile Türkiye, Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık/1963 sonunda Kıbrıs’ta, Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde kıyıma başlayan dini bütün Hıristiyanlar, “24 Aralık Noel Gecesi” ellerindeki silahları Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız ailesine çevirdiler ve eşi Mürüvvet ile küçük çocukları Kutsi, Hakan ve Murat’ı acımasızca katlettiler. Bir banyo küvetine sokularak katledilen bu insanların fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı. 103 köy boşaltıldı, toplam 25.000 soydaşımız sürgün edildi.

Bu arada 1964 başlarında bir gelişme oldu ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir Yunan derneği ortaya çıkarıldı. Bu derneğin adı “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak” tı. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış toplanması İsmet İnönü Hükümeti’ni harekete geçirdi. Bilindiği gibi Enosis yani ilhak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılması anlamına gelir.

Makarios, Kıbrıs’tan önce İngiltere’nin Başpiskoposu’ydu ve adadaki Yunanlılardan/Rumlardan zorla bağış ya da haraç topladığı için yapılan ihbarlar sonucunda ve İngiltere’nin tepkisi üzerine, devrin Rum Patriği Athenagoras tarafından Kıbrıs’a tayin edilmiş ve yeni görevine başlamasından kısa bir süre sonra da Kıbrıs olayları patlak vermişti.

Derneğe yapılan baskında binlerce –ki bunların tümüne yakın kısmı 1930 anlaşmasına dayalı olarak bulunan ve TC vatandaşı olmayanlardı- bağış sahibinin adı ortaya çıktı. Bu gerçek, ne yazık ki, çok sınırlı sayıda kaynakta bulunur ve gizlenen tarihtir.

İşte bu durum karşısında henüz “Kanlı Noel” in acısı içinde bulunan Türkiye,  1930 yılında İnönü ve Venizelos arasında imzalanan  “İkamet Ticaret ve Seyrüsefanin Anlaşması” nı İsmet İnönü Hükümeti’nin 16 Mart 1964 tarihli Genelgesi ile feshetti ve Türkiye’de yerleşik Yunanistan vatandaşlarının altı ay içinde ülkeyi terk etmesi şeklinde bilinen süreç başladı.

1964’te gönderilenler ya da sınır dışı edilenler TC vatandaşı olmayan Yunan uyruklulardı. O tarihte hiçbir  TC vatandaşı Rum sınır dışı edilmedi. Bir ülke, kendi vatandaşı olmayanı uluslar arası hukuk çerçevesinde her zaman hudut dışına çıkarabilir ve bunu adı sürgün değildir. Sürgün;  bir ülkenin kendi vatandaşlarını sınır dışı etmesine denir. Yalnız TC vatandaşı oldukları halde 1964 yılında Yunanistan’a giden birçok Rum’un bulunduğu da göz ardı edilemez; ancak bunlar aile ve akrabalık bağları nedeniyle kendi istekleriyle gidenlerdi.

Ama bu konu, Türkiye’ye hiçbir zaman dost olmamış iç ve dış odaklarca sürekli çarpıtılarak Yunanlılar mazlum, Türkiye de zalim olarak  gösterilmek istenir.

Yaşanan olaylar ve belgeler ilgili herkes tarafından bilindiği halde, başta Agos Gazetesi olmak üzere kimi Türk gazeteci ve yazarlarının, 1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Rumların sınır dışı edilmeleri olayını ısrarla sürgün olarak nitelendirdiklerini internette yaptığım araştırmalar sırasında üzüntüyle saptadım.

İşte 1964 yılında İstanbul’da yaşayan Yunan vatandaşı Rumların bir hükümet genelgesi ile sınır dışı edilmeleri olayının ardındaki gerçekler özetle yukarıda anlatılanlardan ibarettir. Muhtemelen Dimitris ve ailesi de söz konusu uygulama kapsamında İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş olabilir.

İnönü Hükümeti, bu kararlı, uluslar arası hukuka ve ülkemiz çıkarlarına uygun uygulamasından ötürü asla suçlanamaz; aksine takdirle anılmalıdır.

İnönü Hükümeti’nin hukuki yönden en küçük bir açığı olsaydı ABD ve Avrupa hep birlikte Türkiye’nin üzerine çullanırlardı. Bilindiği gibi ne ABD ve ne de Avrupa gıklarını bile çıkaramamışlardır.

Yazımda Türk ve Yunan halklarının dostluğuna ve kardeşliğine ilişkin değerlendirmelerimi hep ılımlı, ölçülü bir iyimserlikle yaptığımı özellikle vurgulamalıyım. İki ulusun özgür iradelerine dışarıdan bir müdahale olmasa barış ortamının kolaylıkla inşa edilebileceğine bütün kalbimle inanıyorum. Bunun en inandırıcı kanıtı, son yıllarda sağlanan kolaylıklar sayesinde alış/verişlerini Ayvalık’tan yapmaya başlayan Midillili Yunanlılar ile Ayvalıklı vatandaşlarımız arasında oluşan dostluk ortamıdır. Ama bu dostluğun iki ulus arasında kalıcı bir barışa dönüşmesini kısa vadede mümkün görmüyorum. Çünkü buna Yunan Kilisesi ve Yunanlı politikacıların izin vereceklerine inanamıyorum.

Yunan Kilisesi, 1821 Mora ayaklanması ile başlayan ve dün denecek kadar yakın geçmişe kadar süren tüm Rum isyanlarının tahrikçisi ve düzenleyicisidir. Bu başkaldırıların hemen hepsine Rum Ortodoks papazlar önderlik etmiş ve bu isyanlar sırasında isyan bölgesinde yaşayan Türkler vahşi katliamlara tabi tutulmuşlardır.

Osmanlı yönetimine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini gerekçe gösteren Yunan Kilisesi, Yunan Devleti’nde payı olduğu iddiasından ve Türkiye’ye yönelik emellerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Dolayısıyla başta siyaset olmak üzere tüm kamu alanlarının Yunan Kilisesi’nden, ruhban sınıfından, Ortodoks Hıristiyanlığın kurallarından ve tüm simgelerinden arındırılmadığı ya da daha özlü bir deyişle Yunan Devleti laik bir yapıya kavuşturulmadığı sürece kalıcı bir Türk/Yunan barışı beklemenin ham hayalden öte bir anlam taşıyamayacağı düşüncesindeyim.

Bu noktada Yunanlı politikacılar için ise şunlar söylenebilir:

Kilisenin ekonomik gücünden ve toplumu yönlendirme yeteneklerinden endişe duyan Yunan Hükümetleri de ne yazık ki, kilisenin 190 yıllık statüsünü değiştirmeye cesaret edemiyorlar. Ama her şeye rağmen yine de politikacılardan umut kesilmemesi gerekir. Çünkü politikacıdan umudu kesmek demokrasiden umudu kesmek anlamına gelir. Yunan Devleti’nin laikleştirilebilmesi için Kiliseye karşı devlet ve halk ittifakının mutlaka gerçekleştirilmesi gerekir. Bu ittifakı gerçekleştirecek olanlar da kuşkusuz ki, politikacıdan başkası olamaz.

Selanik/Kavala gezimiz sırasında kuzey Yunanistan’da kapısına kilit vurulmuş onlarca fabrika gördük. Uğradığımız yerlerde, ülkemizde olduğu gibi özellikle eğitimli gençler arasında çok yaygın bir işsizlik olduğundan yakınıldığına tanık olduk. Yunan ekonomisinin çok derin bir kriz içine girdiğini zaten biliyorduk; ama gezimiz sırasında bölgesel de olsa bu duruma gözlerimizle de tanık olduk. Yunanistan’ın, bırakınız kısa vadeyi, orta vadede bile bu krizi kolaylıkla atlatabileceğine pek ihtimal vermiyorum.

Ekonomisi bu durumda olan bir ülkenin politikacısı, sıkıştığında halkın dikkatini kolaylıkla kaydırabileceği Türkiye kartından vazgeçebilir mi?

Yazımı karamsar bir değerlendirme ile bitiriyor olmam beni üzse de, pişmanlık içinde değilim; çünkü doğruları yazdığıma inanıyorum.

Türk/Yunan barışının kalıcı, yıkılmaz bir temel üzerine inşa edilmesi samimiyetle isteniyorsa, her iki ülkenin arşivlerinin tarihçilerden oluşturulacak kurulların incelemesine açılması ve gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir.

Ama böyle bir bilimsel yaklaşıma Ermenistan nasıl yanaşmıyorsa, Yunanistan’ın da yanaşabileceğini hiç sanmıyorum.

Sadece Mora ayaklanmasından başlayıp günümüze uzanan 190 yıllık sürecin incelenmesi bile Yunan isyanları nedeniyle yüz binlerce Türk’ün bebek/çocuk, yaşlı/genç, kadın/erkek demeden vahşice katledildiklerini ortaya koyacaktır.

Batının şımarık çocuğu Yunanistan’ın, tarihinin bu karanlık sayfalarıyla yüzleşmeye hazır olduğunu kim söyleyebilir?

SON SÖZ: Bütün bu olumsuzluklara rağmen ve Kemalizm’in barış çağırısının, emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini kapsamadığını vurgulayarak, ”YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ”

Hepinize sevgi ve saygılar sunarım.
Hamdi Küçükkırca
07 Mayıs 2011

29 Nisan Kut Bayramı -1-

Kutü'l Ammare Zaferi'nin Yıldönümü:
29 Nisan Kut Bayramı


Birkac gun geç oldu ama olsun.
Çoğumuz bilmiyebiliriz.


Ama böyle bir bayramımız da var. 

Ordu'nun bayramı oldugu için belki halk tarafindanda hiç bilinmez.

1914 de  Ingilizlere Irak çöllerini dar eden Aslanlara da gönülden teşekkürler.

Hepiniz isiklar icinde yatin.

Melih Kayahan


Çanakkale Zaferi Kadar Büyük Bir Zafer Olarak Nitelendirilebilecek Bu Harekat Şöyle Gerçekleşti:
Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya’yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi’ne kadar uzanır.
Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutü'l Ammare’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye’yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915’de ileri harekata geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare’de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kutü'l Ammare’yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. Türkler, Kutü'l Ammare’de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır.
Kutü'l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkansızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir. Halil Paşa, Kutü'l Ammare zaferinden sonra 6’ncı Ordu’ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:
      "Arslanlar!
      Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kutü'l Ammare Zaferi, “İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe olarak yorumlanmaktadır.”
Halil Paşa, Kutü'l Ammare’nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün “Kut Bayramı” olarak kutlanmasını istemiştir.

29 Nisan Kut Bayramı -2- Buraya türk askeri gönderin

istanbul harbiye nezareti.
 
sarışın yaver.. nazıra  yakınıyor..
nazır hazretleri.. halil paşa vazifeyi devraldıgından beri..
arap ve fellah askerlerden yakınıyor..
her hafta  bir  yazı ile
türk askeri gönderilmesini istiyor..
 
son yazısında
ingiliz karşı saldırısını önleyebilmenin tek çaresi olarak
en azından  türk askerlerinden müteşekkil bir tümenin zaruretine işaret ediyor..
 
Canakkale zaferi ile
artık biraz rahatladık..
şimdi bagdata türk askeri gönderebiliriz..
Derhal..
gazi
Çanakkale ordusundan
bir türk tümeni
tefrik edilsin  
"hemen sevki yapılsın.."
 
"başüstüne.."
......
916nın şubat ayı..
anadolunun yollarını tüketen
bitmez tükenmez
sevkiyat trenlerlerinin birinin 
kapalı marşandizinde..
çanakkalenin güneşi ve çamuruyla havı gitmiş haki asdker kaputlarıylarıyla
soguktan birbirine sokulan  
memetlerden
niksarlı olanı.
ayakta..
 
vagonun
küçük penceresinden
merakla..
karla kaplı dagları seyrederken bir taraftanda..
bagdaş kurmuş oturan çavuşuna keyifle sesleniyor..
 
 
Nereye gidiyoruz Ali Çavuş..
 
Bagdata  dedikya deli oglan ..
 
oralar sıcaktır..
helbet sıcaktır..
çok sıcaktır ..
sıcaktan zarar gelmez..
Keşke halil onbaşıda şimdi burada olsaydı..
bilmez bilmez konuşma.
halil onbaşı  şehittir..
seyyit  karamanlı memet.. kütahyalı memet kadınhanlı mehmet 
yahşhanlı mehmet..
biliyom biliyom..hani aramızda olsaydı..
konuşma ..rahmet dile .
allah rahmet eylesin ..
 
916 nın 8 martı..Sabi,s meydan muharebesi
13 kolordonun kumandanı Ali İhsan Bey..
türk hatlarına dogru..
düzenli bir biçimde  ihtiyatla ilerleyen
ingiliz birliklerini bir müddet seyrettikten sonra aniden..
 
Atın sırtında kırbacını ileri dogru salladı..
o anda tüm birlik komutanları..
hep bir agızdan ..
haykırmaya başladılar..
- hücuum..
hücuuum.. hücuuumm
 
en önde ali çavuş olmak üzere
Anafartaların usta askerleri
2 nci türk tümeninin avcı memetçikleri.. 
 mevzilerden bir ok gibi fıladılar..
bir kale duvarı ileri atıldılar..
 
- allaah.. allaaahh... allaah ....
  
taaruza kalkan bir birligin karşısındaki savunma birliginin
aynı anda karşı taarruza geçmesini hayatında ilk kez gören..
Kutül Amaredeki kuşatmayı yarmak  Townshendi kurtarmak
için  basradan gönderilen
tigris (dicle) ordular grubunun
kendini begenmiş ingiliz kumandanı..
General Aylmer..
yarım saat içinde
çok övündügü..
kahraman  çestir taburlarının
türk süngüsüyle darmadagın oldugunada
 ilk kez şahit oluyordu..
bir saat sonra..
işte..
4000 ingiliz ölüsünü  meydanda bırakarak .. 
darmadagın kaçışan 6000 ingiliz askeri
ve generalin telsizle görevden azledilmesi..
işte sabis meydan muharebesi ..
işte evrenin askerleri..
işte silahların efendileri..
işte.. mehmetçikler..
 
 
 
 
916 nın Nisan ayının 2 si...
Basranın 350 km kuzeyindeki kutül amare şehrindeki ingiliz karargah binasında..
akşam yemegi..
 Irak/Basra
İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı.
general 
Townshend..
kadehindenden bir yudum aldıktan sonra..
sag elini dostane havayla
masada yanında oturan
Halil Paşanın kolunun üstüne koyarak..
 
"1 milyon ingiliz lirası sizi mutlu edecektir ..paşa.."
deyince..
Halil Paşa aynı şekilde gülümseyerek..
küçümseyici bir ses tonuyla..
"Baltacı devirleri çok geride kaldı General.." 
 
'8 Nisan 916nın 28 nisan şafagı..
geceden beri hiçdurmayan
silah sesleri aniden susuyor..
yarımadanın kıstagında
şafagın yogun sisi içinden ..
bir yokolup bir
beliren asker siluetlerinin
milliyetini tesbit için
surların üstündeki ingiliz askerleri
gözlerini kısıp heyecanla bakıyorlar  
 
ayyıldızlı bayragı ilk farkeden  korku ile bagırıyor..
 
-"Türkler... Türkler geliyor.."
- "savunma hatlarındaki birliklerimiz nerde..Hepsimi yokoldu.?
 
Generalin yaveri bagırıyor..
"imiditli.."
- "İngiliz bayraklarını  indirin..
çarşafları bayrak yapıp asın.. nav.. hemen..
General Townshendin emridir..
 
 
13 general 481 subay 13.300 nefer.. Esir
5 ayda 40.000 zayiat..
 
"Kut savaşı..
ingilizlerin
Britanya askerlik tarihindeki..en aşagılık şartlı teslimidir.."
                                             İngiliz tarihçisi..J.morris..
 
Sevgili Bonzo..
Unutulan bir destanımızı 
Hatırlattıgın için çok teşekkürler ..
 
SSS..mekan