29 Nisan 2011 Cuma

MÜLKİYE(Vatan) MARŞI ve HİKAYESİ

Sağol Reis..
iyi oldu bu şarkı..(maziyi nasıl taşlar yazmışsa denizler)
Pek severim.. bu şarkıyı..(1)
Daha önce degerli hocama (İF) sormuştum.. Bu şarkının bestecisi Nihal Erkutun Eşide bestecimi..? diye..
Nihal Hanımın eşi de büyük besteci degilmi..?
Bu şarkıyı belkide hanfendi eşi için yazmıştır.. geç dönemde..
Ne dersin..Reis..?

Sevgiler Saygılar Selamlar
Mekan.. 9.8.2008

Şarkıyı dinlemek için playerı çalıştırın.


Sevgili Mekan,
Fatma Nihal Erkutun önemli bir kadın bestecilerimiz; kendisi hakkında topladığım kısa malumatı aşağıya aktarıyorum.
Bestekarımızın ilginç bir özelliği de Mülkiye Marşı ile olan bağlantısıdır. Bu marşın bestekarı ağabeyi Musa Süreyya Bey dir. Güftesi eski bir hariciye mensubu Cemal Edhem'e(Yeşil) ait olan bu marş Vatan Marşı olarak da bilinir.
Bestekar Nihal Erkutun 1906-1989 yılları arasında yaşamış ve birçok ünlü eser bırakmıştır. Piyano eğitimi almış ve İstanbul Radyosu'nda şarkılar söylemiştir. daha sonra Ankara Radyosu'da piyanist olarak çalışmıştır. Tanbur da çalmış ve 30'dan fazla beste yapmıştır.
Mülkiye Marşı'nin güfte yazarı Mülkiye 1921 mezunu Cemal Edhem (Yeşil) Bey, 1918'de kaleme aldığı bu şiir için, o zamanki duygu ve düşüncelerini yıllar sonra şöyle anlatmıştır:

"... Bunu şimdi ifade edebilmek çok zor. Aradan elli yıla yakın zaman geçti. O zamanın havasına girmeyi denemek, yirmi yaşından önce alınmış bir soluğu elli yıl ciğerlerinde tutup yetmişine yakın vermeyi düşünmek gibi birşey olur. Yine de şu kadarını söyleyeyim: Mülkiye'nin 1918'de yeniden açılışı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Mütareke Yılları'nın ilk günlerine rastlar. Okul'a girdiğimizin altıncı ayına doğru yazdığım bu şiire, o kara günlerin gittikçe artarak yüreklerimizde yer eden acısı ve acılığı ister istemez sinecekti.

Güftenin o zaman için aşırı iyimser görünüşünü de delikanlılık çağını yenilgiye karşı direnme gücüne ve aydınlık bir geleceğe özlem duygusuna verebiliriz."

Kuşatılmıs, hırpalayıcı, horlayıcı günlerin yarattığı öfkeyle, taş gibi sessizleşmek yerine duyarlılaşan gençliğin başka bir dünya kurmaya hazır olduğunu dile getiren, coşku ve soyluluk ifadesi bu şiir, daha sonra değerli besteci Musa Süreyya Bey tarafından bestelenmiştir.
Musa Süreyya Beyin değerli kardeşi Nihal Erkutun, Mülkiye Marşı'nın bestelendiği geceyi şöyle anlatmaktadır :

"Gayet iyi hatırlıyorum. Mütareke yıllarında bir gece, bir dostumuzun evinde ailece toplandığımız sırada, Marş'ın güftesini getirdiler.
Ağabeyim, güfteyi okuyunca, çok duygulandı. Hemen kalktı; orada bulunan piyanonun başına geçip bu Marş'ı o gece besteledi..


 Hikaye böyle sevgili Mekan  Selam ve sevgiler   
 Mustafa Kırali   9.8.2008


MÜLKİYE MARŞI (Sözler)
Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş'enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Bir güneştin bir zamanlar, aya kadar kaldındı dün,
Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bu gün;
Benzin uçmuş bak, ne rüya'dır, bu akşam gördügün?
Ey Vatan gözyaşlarin dinsin, yetiştik çünkü biz.
Beklesin Türkoğlu'nun azminde kuvvet bulmayan,
Sel durur, yangın söner elbette bir gün Ey Vatan
Süslenir, oynar yarin, dün ağlayıp matem tutan
Ey Vatan gözyaşlarin dinsin, yetiştik çünkü biz.
Beste: Musa Süreyya Bey, 
Güfte: Cemal Edhem(Yeşil)







BİR KATKI
Marşın bestelenmesine ilişkin olarak şimdiye kadar üzerinde durulmayan bir ayrıntı var.

Nihal Erkutun, marşın bestelendiği geceyi anlatırken "Gayet iyi hatırlıyorum. Mütareke yıllarında bir gece, bir dostumuzun evinde ailece toplandığımız sırada, Marş'ın güftesini getirdiler.' der. Kimlerin getirdiğini açıklamaz.

Cemal Edhem Yeşil'in sınıf arkadaşı Süleyman Cevdet Dülger öğrencilik hayatına dair hatıralarını anlatırken şunları yazmıştır:

'Cemal Yeşil arkadaşımın yazdığı 'Mülkiye Marşı'nı Yüksek Muallim Mektebi Mûsiki Muallimi olan Musa Süreyya Bey'e ben besteletdim ve 1919'da Mekteb'e götürerek birkaç sınıf arkadaşımla birlikde öğrendik ve sonra diğer arkadaşlara öğretdik. Bu suretle 'Mülkiye Marşı' meydana geldi.' Öyle anlaşılıyor ki o gece güfteyi Musa Süreyya Bey'in bulunduğu eve götüren kişi ya da kişilerden birisi, mezun olduktan sonra Cemaleddin Mazhar ve Cemal Edhem Yeşil ile birlikte İnebolu üzerinden Ankara'ya gidip Milli Mücadele'ye katılan, bilahare Dahiliye ve Hariciye bakanlıklarında çeşitli görevlerde bulunan Süleyman Cevdet Dülger'dir.(Kaynak: Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Cilt IV, Sayfa 1703.)

iHSAN FEYZİBEYOĞLU

İlgi Bekleyen Ankara-Bir Başkent Analizi

Ankara eski havasını kaybetti. İnsanlar banliyölere kaçarken şehir merkezi geriliyor.
 Ankaralıların şehirleriyle daha fazla ilgilenmeleri şart. Devletin de...
 
1950'lerin Ankara'sı mütevazı, kendine özgü bir Anadolu kentiydi. Bu tarafı daha çok Ulus Meydanı'nın doğu yakasını teşkil eden Hacıbayram, Hisar, Hamamönü, Hacettepe ve kuzeyde kalan Etlik ve Keçiören gibi bağ semtlerini kapsayan bir özellikti.
Cumhuriyet döneminin Ziraat Bankası, Emlak Bankası, Tekel Başmüdürlüğü, Vakıflar Bankası, Etnografya Müzesi, Türk Ocağı gibi neoklasik Türk mimari eserleriyle oluşan görünümünü; daha ötede Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Kızılay binası ve neoklasik yapılara tepki olarak oluşan bakanlıklarla Çankaya'ya doğru uzanan Atatürk Bulvarı oluştururdu.
Bahçelievler yeni oluşan bir semtti. Maltepe tek tük binalardan ibaretti. Büyüyen orta sınıf memurlar için yeni bir semt, adı üstünde Yenimahalle kuruluyordu. Şehrin bu güney kesimi mütevazı bir Balkan başkenti havasındaydı.
Sözü geçen bu Balkan başkentinin en tipik kültür noktaları o devrin modern Macar mimarisi üslubunda yapılan evkaf apartmanları, onun altındaki Küçük Tiyatro, bir silodan çevrilen Opera ve Büyük Tiyatro binası, Türk Ocağı'nda teşkil edilen Üçüncü Tiyatro, DTCF'de Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası konserleri için kullanılan Farabi salonu ve giderek açılan Alman Kültür, Fransız Kültür, İngiliz Kültür (British Council) ve İtalyan Kültür Merkezi gibi kurumlardı.
Anlaşılmaz çılgınlık
Ankara bu kurumların şehre aşıladığı konser ve konferanslarla meşguldü. Tiyatrolar doluyordu. Hiçbir zaman İstanbul'un seviyesine ulaşamayan sinemaya rağmen, tiyatro ve opera Ankara'ya bahşedilen bir imtiyazdı. Milli Kütüphane, Türkiye'nin en büyük kitaplığıydı ama araştırmacılardan çok Ankara Üniversitesi öğrencilerinin ders çalışma merkeziydi. 1950'lerin sonunda Sanatsevenler Derneği kuruldu. Burası edebiyat matineleri, tiyatro eleştirileri, sergiler için ayrı bir ortam oluşturdu.
1950'lerde nüfus 100 binlerle büyüdü, 60'larda ise bir milyonu buldu. Her şeye rağmen şehir küçüktü ve ulaşım kolaydı. Doğrusu üniversite gençliğinin meraklıları saat 18.00'deki bir konferanstan sonra 20.00 'deki bir tiyatro temsiline veya operaya yetişebiliyordu. Evlerdeki sohbetlerin sonu yoktu.
Bu ciddi başkentin Batı kültürüne kapıları açtığı bir gerçekti. Şehrin eliti geç vakitte Süreyya'ya giderdi. Daha sınırlı bütçesi olanlar İzmir Caddesi'ndeki Batı Müziğini Sevenler Kulübü'nü tercih ederdi. Hayat zor değildi. Ankara çekici olmadığı için gençlik hayal kurmayı severdi. Bu hayaller Avrupa ve Amerika üzerineydi. Doğrusu Ankara Üniversitesi, sonra Hacettepe ve Ortadoğu Amerika'ya çok devşirme göndermiştir.
Bugünün Ankara'sının nüfusu 4 milyonu geçiyor. Şehir anlaşılmaz bir imar çılgınlığı içinde. Kaldırımlar bile daraltılıyor. Asıl önemlisi 1960'lardaki kültürel öncülük yitirilmiş vaziyette. 1970'lerdeki hava kirliliği Ankara'nın entelektüel sınıfını şehirden kaçırdı, hedef İstanbul'du. 1940'lar ve 50'lerde görülen Ankara'ya yönelik entelektüel göç tersine dönmüştü. 50'lerde her sınıftan Doğu Avrupalının iltica ettiği Ankara bu tip sakinlerini de bir daha kazanamadı. Ve şehir büyük bir Anadolu kentine dönüştü.
Ciddi bir üniversite şehri
Hiç şüphesiz ki Cumhuriyet'in başkentinin edindiği kazanımlar, muhafaza ettiği özellikler de var. Bunların başında ciddi bir üniversite şehri olması geliyor. İkincisi, tıp konusunda çekici bir merkez. Üçüncüsü, ulaşım insanları bunaltmıyor. Hatta bu konuda öncü sayılabilir. Ama Ankara'nın ne işe yaradığı pek belli olmayan 600 bin kişilik bürokratik aygıtı, Türkiye'deki bazı gelişmeleri yavaşlatan, hatta önleyen olumsuz bir işlev de yüklendi.
1940'ların sonunda başlayan ve yanlış bir seçimle hükümetler boyu devam edip son yıllarda yeniden inşa edilen Esenboğa Havalimanı bu abesin hazin bir örneğidir.
Şehir eski havasını kaybetti. Eski bağlar yok. İnsanlar banliyölere kaçıyor ve banliyöler peyk şehirler haline dönüşüyor, şehir merkezi gerilemeye başlıyor. Hiç şüphesiz bu durum önlenebilir. En azından yeni oluşan banliyöler daha planlı geliştirilebilir ve Ankara'nın yeni kurulan üniversitelerle bir üniversite şehri olarak gelişmekte devam etmesi sağlanabilir.
Asıl önemlisi 1930'larda hedeflenen müzeler şehri olma konumu geliştirilebilir. Çünkü Anadolu'nun arkeolojik merkezlerinin tam ortasında yer alıyor. Oysa bilebildiğimiz kadarıyla son 10 senenin içinde Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bağlı Vakıflar Müzesi dışında bir şey kurulmadı. Devlet tiyatrolarının Ankara'da geliştirilmesi gerekiyor ve başkentin halen saygıdeğer bir konser salonu yok.
Ankaralıların şehirleriyle daha fazla ilgilenmeleri şart. Devletin de idare merkezi olarak için Ankara'yı; eğlenmek ve kültürel faaliyetler için başka şehirleri tercih etmekten vazgeçmesi lazım.
İlber Ortaylı

İlber Ortaylının 6.1.2008 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan makalesinden alınmıştır