10 Nisan 2009 Cuma

Toroslarda, Antalya'dan Elmalı'ya


Antalya, denilince hep sahili hatırlanır. Çocuklarm küçük iken, biz de bir kaç yazımızı Akdeniz sahillerinde geçirmiştik. Kaldığımız tesisin imkanları ölçüsünde 12-15 gün sahilde kaldıktan sonra dönerken de Toroslar’a vurup dağlarda bir kaç gün geçirmeyi adet edinmiştik.

Yine bir tatilin sonuna doğru, Elmalıda iki gece konaklamaya karar vermiştik.

Elmalı denilince de aklım hep karışır. Şehzade korkut, Abdal musa, Ümmî sinan, Şahkulu gibi isimler kafamda uçuşur. Şahkulu neden kıyam etti? Onca Türkmen nasıl peşine takıldı. Birkaç derviş, bir avuç Türkmen ile başlıyan hareket nasıl bir sele dönüştü. Bunlar zihnimi oyar durur.

Her neyse, benim paylaşmak istediğim, Elmalı yolculuğu idi.

1991 yılında, Eşim ve iki oğlumla, Kaş’tan Elmalı'ya gidiyoruz. Bir arkadaşım bize refakat ediyor. Yollar dar ve bitmez tükenmez dönemeçler... Hava korkunç sıcak. 1990 model toros arabamda serinlemek için bir düzenek yok. Ancak camları açabiliyoruz.

Sonunda Gömbe'ye geldik. Arkadaşımın bizi bir elma bahçesine götürdü. Gömbeli bir Türkmen'in bahçesi. Bahçenin bir köşesinde küçük bir ağıl. Ağılda kebaplık oğlaklar ve elmaların altında bir kaç masa. Bizim masamızı bahçenin kenarından akan gür bir suyun üstüne kurdular. Suyun serinliğinden faydalanalım diye. Bu işi yapan genç sıcaktan "börtlenmişsiniz diyordu.
Şaklanmış domates, kırılmış soğan, Harika bir yoğurt ve taze oğlak kebabından meydana gelen, yemeğimizi yerken, bolca da su tüketiyoruz. Masamızda su bitti. Su istedik. Hizmet eden delikanlı sürahiyi aldı. Akan suya daldırdı. Masaya bıraktı. Eşimin gözü adama takılı kaldı. Genç adam yaptığı işin yadırgandığını anlamıştı. Hemen arkamızdaki kayalık zirveyi işaret etti. Su oradan geliyordu. Endişeye mahal yoktu. Daha sonra su istemedik. Surahideki su da bitmedi. Bardaklarımızı akan sudan doldurduk.

Serinlemiştik. Açlığımız da hafif bastırmıştık. Arkadaşım Kebabın yanında rakının iyi gideceğini söylüyordu. Ben de yola devam edeceğim, araba kullanacağı gerekçesi ile reddediyordum. Elmalı'ya kadar gidecektim. Arkadaşım, bir iki saat oyalanıp serinlikte gitmenin daha uygun olacağından bahisle, beni ikna etmeye çalışıyordu.

Biz tartışaduralım. İlerdeki bir küme arasından, birisi bize doğru sökün etti. Çok zayıf, çok aksak, güneş yanığı birisi geldi. Bir kolu da çolaktı. Arkasına doğru kıvrılmıştı. Üç adım ötemizde dikilip selam verdi. Tek ayağının üstüde dikiliyor, diğer ayağındaki lastik ayakkabının ucu yere anacak değiyordu. Bez pantolonu, yamalı ceketi, sekiz köşeli şapkası güneşten ve yıkanmaktan, rengini kaybetmişti. Dikilirken bir yoksulluk anıtı gibiydi.

Selamdan sonra rahatsız ettiği için bağışlanma diledi. Sonra arkadaşıma adını sordu. Aslında tanımıştı. Doğrulatmak için soruyordu.

Emin olunca anlatmaya başladı.

-Ben ... köylüyüm. 1967 güzünde benim babam öldü. Biz cenaze kaldırıyoruz. Aynı gün senin de düğünün oluyormuş. ... Köyünden gelin almış köyünüze gidiyorsunuz. Bizim köyden geçeceksiniz. Rahmetli baban davulu .. Deresinde susturmuş. Bizim köyü köyü sessiz geçtiniz. Dağı aşana kadar davul çaldırmamış. Biz davul sesi duymadık. Geçerken alay, bize başsağlığı diledi. Yasımıza saygı gösterdiniz. Bu düğün gününüzde, bizim acımızı bölüştünüz. Baban rahmetliye teşekkür edemedim. Ama o babanın oğlu, o düğünün sahibi olarak, sana teşekkür etmeye geldim. Teşekkürümü kabul ediniz."

Adamın arkasına kıvrılmış gibi duran kolu birden düzeldi. Öne doğru uzanırken yeninden bir otuzbeşlik çıkıyordu. "Şunu da misafirinizle için." diye uzattı. Artık bu rakı içilecekti. İçtik.

Selam ve saygılarımla.

Yücel ÖZLEM.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder