28 Mart 2009 Cumartesi

Bir Masal Evi..


Posted by Picasa




Bir Masal Evi..


Tire'de simdi o evi;"Bayraktar Aga Konagi" diye aniyorlar.
O ev, yukari evimiz; II.Selim'in Sancaktari, Sancaktar Mehmet Aga ve Esi olan bizim büyük ninelerimizden Ziyba Hatun'dan kalma imiş.
Sancaktar Mehmet Aga bir savasta yararlik gostermis. Ziyba Hatunla evlendirilmis, kiza ceyiz olarak Tire'de Karagöl ve Akarca ciftlikleri verilmiş, Tire'ye gonderilmisler.
Sonra Mehmet Aga vefat etmis, ninemiz eşinin vasiyeti uzerine Ahiska'dan gelecek olan; -ki gelmis- Ahiskali Mehmet Aga ile evlenmis,
Şimdi neden, "Sancaktar Mehmet Aga" degil de; "Bayraktar Aga" diyorlar bilmiyorum.
Zaten evi de galiba bir gecede belediye
yikmis sonunda.
Masal gibi yasanmisliklar ve bir masal evi...

Aşağıdaki yazıyı bir gün Televizyon izlerken evimizi karsimda gorunce yazmistim.
Spiker, " bu evi de sahipleri terk edip gitmisler, kimbilir ne anilar tasiyor?" gibi bir seyler soylemisti.
Iste boyle...



Beyaz Bir Kuş Kanadında

Eski Evim,güzel evim
Orada mısın?
Geliversem beyaz bir kuş kanadında,
Açılır mıydı koca kapın?
Yerinde mi taşlıkların,merdivenler,
Büyük havuz,küçük havuz?
Odaların?
Sular akıp duruyor mu şırıl şırıl
Yuvaya döndüler mi güzelim kırlangıç kuşların?
Beyazlara büründü mü gelin çiçeği?
Açıldı mı menekşeler,sümbüller?
Burcu burcu kokuyor mu pembe güller?
Sarı gülümüz nasıl? Donandı mı bahçeden terasa kadar?
Sarı gülün yanında yasemin, karşı sütunda hanımeli,
Mis kokuları içinde yaz yeri.
Açıldı mı sardunyalar,
Zambaklar,ortancalar,kadife çiçeği?

Ya o ağaçlar o meyveler?
Erken olgunlaşır çam ağacına komşu
kiraz eriği,
Narin,ince kabuklu lezzetli,
Arkadan gelir iri kebap erikleri,
Sonra;İtalyan erikleri.
Ballı malta eriği; Şeref abimle yaşıt.
Olmayan yok, tatlı limon,,ekşi nar,tatlı nar,
Hangisini sorsam bilmem ki...
Sarı şeftali,portakal, derde deva ekşi elma,
Şifalı otlar,
Biberiye,kekik nane mercan köşk.
Eskiden ilaçlar mı var?


Bir ses geliyor bahçeden bak dinle;
Anneannemin sesi,
Annemle konuşuyorlar sanki:
Karagöl’e mi götürecekmiş bizi dayım?
Ya da birlikte yapılacak bir iş var evimizde
Yaz hizmeti.
Ondan anneannem böyle erkenden bize geldi.
Geldi de bana sevinçler getirdi.
O güzel koku da ne?
Ekmek mi pişiyor bahçedeki fırında,
Tatlı maya...
Fatma Ablama mı seslendi Şakire Nine?
“Fatme!”
Üzümler mi gelmiş bağdan ?
Fadime Ninem çiğner simdi.
Ben de sokulurum yanına denemek isterim
Her şey gibi.
Cevizli sucuk ta batırırlar pelluze kazanına,
Bayılırım tadına.
Bak anne :
Top oynuyordum taşlıkta,
Sakız verdi Ramiz abim bana.
Gezdirdi beni arabayla
Havuz başında.
Erik bana çıktı
Zeytinyağlı yaprak sarmasından
Ne dilemiştim acaba?
“Gurbettekiler gelsin “ demişimdir mutlaka;
‘’Anneannem İstanbul’a gitmesin
‘’Şeref Ağabeyim çabuk gelsin’’
Kim bilir hatırlamıyorum ki
Çok uzun zaman geçti.

Uyuyamıyorum ya öğleyin,
Hiç durmam ya, yaramazım ya,
Ama Hala Ninem çok sever beni
Masallar anlatır;
‘’Tın tın kabacık beni aldatıp giden babacık’’
Tıngır mıngır sallar beni salıncakta.
Daha uzağa,daha uzağa derim hep
‘’İp bu kadar’’ der,’’Gitmez daha uzağa’’
Yorulur kolları,nefesi yetmez,yaşlıdır Hala ninem;
Çikolata renkli
Ama hiç kırmaz beni, Dünyalar Sevgilisi.

Dayımın tarlasından gelirken
Biz çocuklar, mesela; Nevin’le ben;
Yeşil kargıdan ata bineceğiz.
Siz yürürken, yavaş yavaş, biz de yanınızda atlarımızla
Evlerimize döneceğiz.

O güzel yaz akşamlarında
Babam ud çalıyor mu taşlıkta, havuz başında?
Abilerimin billur sesleri ve ritm sazları eşlik ediyor mu yine?
Karşıdan işitip dinlemeye geldiler mi,
Ninemin evinden sevgili ablalarım, kardeşlerim?

Anne bak:
Ben büyümedim daha.
Neden yerinde durmuyor evimiz?
Neredesiniz?
Nerelere gittiniz hepiniz?
Neden beni beklemediniz?
Oysa ben gelecektim yanınıza
Beyaz bir kuş kanadında...

Fatma mefküre Ekici(Semra Toprak)
Ankara; 27 Haziran 2001

23 Mart 2009 Pazartesi

Nevruz, Hıdırellez Geleneklerimiz


Uploaded on authorSTREAM by mehmetki


Nur Hanım, Nevruz hakkındaki derli toplu bilgiler ihtiva eden bu sunu için teşekkür ederiz. Nevruz, görüldüğü gibi, Türk dünyasını her tarafında, hatta tüm kuzey yarıkürede yagın biçimde kutlanmıştır. Bazan devlet törenleri yapılmış; bazan da (daha çok dinsel gerekçelerle) yasaklandığı olmuştur. Fatih sultan mehmet zamanınıda Yapılan bir düzenlemeyi Hammer kaydetmiştir. Ramazan ve Kurban bayramı dışında kalan tüm bayramlar (bu arada Nevruz da) İslamiyet'e uygun bulunmadığından resmî bayram olmaktan çıkarılır.
Saygılarımla.

Yücel ÖZLEM



Sevgili Cengiz ÖZKAN..

Türk Kültürünün köklerinde..
Hareketin canlılıgı vardır..

Bu nedenle..
Aşılayıcı ve dölleyici bir uygarlıktır..Eşitlikçi toplum yapısı..
Avcı toplum olmanı geregi yani
Üretim ilişkileri...
sosyal ve siyası teşkilatlanmasını da belirler..

Yiyecegini bulmak için hareket etmek zorunda olan bu toplumun elemanları....
İndüsün Kenarında pirinci içn yada yıkanması için yagmur bekleyen
Hint çiftçisi gibi..
yada hareket alanı en fazla bibisine gitmek olan bir acem çiftçisi gibi....
Degildirler..

Bunların
Topraga bagımlılıgı yoktur..
Toprak onlar için Dogada bulunan denge unsurlarından sadece bir tanesidir..
Topragın güneşin. suyun ateşin sahibi yoktur..
Olunamaz zaten..
Bir toprak parçasını çitle çevirip ortasınada bir ev yağıp kasım kasım kasdılarak...
Burası benimdir.. buraya giremessin Yassah Hemşerim .." diymessin..
Desende bu toplumun insanları anlamazlar.. tasarımında toprak mülkiyeti yoktur..

Bu nedenle..
Dogaya saygılıdırlar Dogal dengeye saygılıdırlar..
Hayatın bu dengeler içinde yaşamak oldugunu bilirler..
İşi gücü dogala mücadeledir..Bunların..
Bu nedenle..
dogadaki her degişiklik bu kültürce çok önemlidir..
yaşamsal önemi haizdir..
Bu nedenle... inanç sistemleri..
dogaya..
Güneş toprak dag agaç akarsu..kültüne dayanır..
Bu nedenle..
takvimlerini.. dogadaki iklim ve hayvan haketlerine göre belirlerler..
ve Bu yüzdendir ki..
Güneşin her yerde ve her zaman tayin edici ululugunun oldugunu.
keşfetmişlerdir..
Bu nedenle..
Hareket tarzları inançları..
saygıları kaygıları minnetleri nimetleri
gidecekleri yolun selameti .
dogal olaylara baglı olmuş..
ve bu nedenle..

Mevsimlerin degişmesi olarak keşfettikler günleri kutsamaya..
Bu mevsimleri zamanlarını hiç bozmadan dünyanın düzenini devam ettiren tanrılarına ..
bu günlerde hediyeler vermeyi.. adet haline getirmişler..
Örnegin:
"Oh be iyiki şu bahar geldi.. bize sevinç getirdi.. valla sevinçten uçuyorum..Herşey güzel olacak..
haydin dostlar bunu kutlayalım..
nimeti bize sunana da ayıp etmeyelim..Please yani.."
deyip baharı karşılamışlar..Bu karşılamanın adınada ..Nevruz demişler..

Bunu gören köleci toplum elemanlarıda..
kendilerinde olmayan..
yaşam biçimleri nedeniyle ihtiyaçda hissetmedikleri..
sınıf ve zümre farkını ortadan kaldıran bu tür sosyal gelenekleri görür görmez benimsemişler..
Hatta bu geleneklerin... Kendilerine..
hiç kımıldamadan oturdukları yerde..
uzaydan özel postayla gönderildigini dahi düşünmüşler..
Hatta ..
"Yahu kardeşim..
22 milyon Km2 lik bir cografyada..
Senden binlerce yıl önce bunları yaşayan toplumun gelenegini
Binlerce yıldır bunu yaşayan bunu hayat tarzı etmiş uygarlık bu güzelligi hiç kimseden kıskanmıyorda..
sen bunu nasıl oluyorda 22 bin Km2lik bir alana sıkıştırmaya çalışırsın..?
Zaten bu güzelliklerin sahipleride hiç himseden kıskanmamışlarki bu güzelliklerini..
Otur doya doya sende yaşa..!"
Diyen aklı başında bazı insanlara karşı....
Bunların..
elinden oyuncagı alınacak bir çocuk psikozu ile..

"Bana ne..! bana Ne...! Nevruz Benimdir.. benim olacaktır..
Ben bunu Yolda buldum.. kimseye vermem valla.."

Dedikleri rivayet olunur..

Kal saglıcakla..
Cengizim..

Sevgiler ..Saygılar ve Selamlar..
Mekan DEMİRKAYA




60 lı 70 li yıllarda bizim Kasabada
Yani Turgutlu Türkmenleri resmi bayram olmamasına rağmen
Sultan Nevruz adı altında bir bayram kutlardı....
Galiba buna birde Mart 9 u derdik.Herhalde eski takvimindeki Martın 9 una mı geliyordu ne
Bir de hıdrellez vardı resmen bayram değildi ama biz kutlardık
Şimdilerde milletin işi gücü var .Kimsenin bayram mayram yapacak hali yok

Akın Özçekirge



Sevgili Akın özçekirge..

Turgutlu Türkmenlerinin.. Aslı Kıpçak'tır..(Roma Kuman.. Ruslar poloveçt derler bu kavime..)
Oguz degildir..
Karamanlı oguzları ile Osmanlıya karşı birlik olup posta koyduklarından dolayı..
Türkmenleşmişlerdir Karamanlılaşmışlardır....
Osmanlı.. Karaman türkmeni ile turgutlu (Borçalı) türkmenlerini ayırır..
Geldikleri kanal.. Kafkasyadır..
12 yy.da Müslüman olan kıpcak kavminin külli azamisi.
Boylar halinde Anadoluya gelmişlerdir..
Gelirken de yanlarında.. bir miktarda..Bulgar ve Tatar da getirmişlerdir....
Kiçi borlu,Uluborlu...
Turgutlu türkmenleri boylerinın adıdır..
bu kabilenin kurdukları yerlerdir..Ama.. yerleşime geçtikleri..
esas temerküz noktalarına
Yani şehirlerine..
Kendi etnik gruplarına verilen ad olan "Turgutlu" adını vermişlerdir..

Öte yandan..
Çok haklısın..
9 Marta..
13 gün eklersen...
Şimdiki takvime göre..
"sultan nevruz" gününün.. hangi güne geldigini çıkarırsın..
Akıncıgım..
Sevgiler Saygılar ve Selamlar..
Mekan DEMİRKAYA



Dun, Saatli Maarif takviminin yapragini kopardigimda marta baktim.
9 yaziyordu. Aklima annemin mart dokuzu sozu geldi.
Mart dokuzu neydi dun bilememistim. Ama anladim ki eski Mart girmis, hatta dokuzu olmustu.Once Teevizyonda gormustum, kadinlar nisan yagmuru ile unu karistirip
maya kuruyorlar. Bu maya eksi maya oluyormus, yil boyunca uretilir kullanilirmis,
eksi maya ekmek yaparlarmis. memlketi arayip sordum, kuzenim, evet Mart hamuru dedi.
Anneannesi yaparmis, bu mart hamurunu. Eski marti bu yil bu nedenle bekledim,
bu gunlerde sakir sakir yagmur yagsin, sokaga inip bir surahiye temiz yagmur suyu
alacagim, kullansam kullanmasam mart hamurunu deneyecegim.
Biz de Tire'de her yil Sultan Nevruz'u kutlariz. O gun kirlara sehraya gidilir.
hava yagisli ise sehra yapilamiyorsa kahvalti sofrasina vazoda laleler cicekler konur,
yumurta kaynatilir, tokusturulur. Cocuklara kasnakli yapilir kasnakli cubuklarin altigen baglanmasi ve bu kasnagin renkli kagitla kaplanmasiyla yapilaan uzun ve zengin kuyrugu da olan yukseklerde ucan bir ucurtmadir. Kirlarda cocuklar kasnakl,i ucururlar.
Bunlari Tire Gruplarinda konustuk Face book ta. Birimiz Tire'yi annesini aramis, cevap geldi: Tire'de Sultan Nevruz pazar gunu, dun kutlanacakmis.
9+13=22 yapiyor. Pazar gunu de Martin 22 si idi. Bir seyleri yanlis mi anladim bilmiyorum
donup bir daha okumaliyim.
gecmis; Nev Rûz Sultan Nevruz Kutlu olsun, bolluk bereket getirsin.
Hidrellezi 6 mayista kutlayacagiz. O gun kis tamammen bitecek;Hizir la İlyas kavusacak. Kasim gunleri sona erip,Hizir gunleri baslayacak. Biraz Hidrellez sogugu, firtina olur ama onemli degil. Hidrellezle soguklar bitecek.
Saygi sevgi selamlar

Semra Toprak




Nevruz günü Televizyonda Güneydogudaki bir Kürt belediye başkan adayı Nevruzun bir Kürt bayramı olduğunu Türklerin buna sahip çıkma çabası içinde olduklarını söyledi de Sultan Nevruz hikayesini o yüzden yazdım.
Yani Kökeni şu yada bu .
O bayram bizde de var (dı)
Kürt arkadaş ve kardeşlerim dahil herkese Selam Ve sevgilerimle

Akın Özçekirge





Turgutlu'da acaba artik Sultan Nevruz kutlanmiyor mu?
Belki kutlaniyordur. Tire'de devam ediyor, hic ara verilmedi.
Ne yazik artik Hacikalfa Tepesi yok.
Hacikalfa adli yatirin yattigi yemyesil bir tepeydi.
Sehre yakin bir mesire yeriydi, ne zaman gidilse,
papatyalar uzerinde zeytin agaclari arasinda
ip atlanir top oynanir, kasnakli ucurulurdu.
yerli mali kirikkirsik yenirdi.
Koftu ceviz,kestane ,patlamis misir vs benzeri..
Hacıkalfa yok yerine gazino yapmak istediler,
erozyon pek izin vermedi.
Cok ugrastilar, belki hala ugrasiyorlardir.
Kale gibi setler duvarlar yapmislar.
Tire'liler Sultan Nevruzlarini baska mesire yerlerinde
kutluyorlardir. Yani bizim oralarda Sultan Nevruz yine var,
bitmedi...

Semra Toprak

14 Mart 2009 Cumartesi

DOĞAN AVCIOĞLU- KIRKINCI YILINDA 'TÜRKİYE'NİN DÜZENİ'


İhsan Feyzibeyoğlu: Değerli konuklar, sevgili Mülkiyeliler, Doğan Avcıoğlu’nu anmak amacıyla düzenlediğimiz toplantıya hoş geldiniz.

Dostlarının, hakkında,

-Tek başına bir üniversite gibiydi. Türk düşünce hayatına adını kazımıştı.
-Kemalist solun, üzerinde gelişeceği ve sosyalizmle buluşacağı platformu oluşturmaya çalışmıştı.
-Tüm yaşamı inançlı bir yurtseverin büyük çalışkanlığını yansıtır.
-Değeri her geçen gün daha da fazla anlaşılacak büyük bir araştırma, düşünce ve eylem adamıydı.
-57 yıllık yaşamına on insanın hayatını sığdırdı; günlerini aylara, aylarını yıllara dönüştürdü, dopdolu bir yürekle gözlerini kapadı.

gibi değerlendirmeler yaptığı Doğan Avcıoğlu’nu 25 yıl önce 4 Kasımda yitirdik.

Biz onu, 1968 yılının Aralık ayında yayınlanan; Türkiyenin tarihi ile sosyolojik ve iktisadi yapısı hakkında yapılmış en önemli araştırmalardan birisinin ürünü olan ve bugün hâlâ bir başucu kitabı özelliği taşıyan “Türkiye’nin Düzeni’ nin 40. yılında anmak için bu toplantıyı düzenledik.

1968’in üzerinden 40 yıl geçti. Pek çok şey unutulup gitti. Ama unutulmayanlar da var, özellikle o yıl yayınlanan iki kitap ve yazarları hiç unutulmadı.

Bu kitaplardan biri “Türkiye’nin Düzeni’ydi. Diğeri, kendi ifadesiyle, ‘her yıl önündeki sıraları dolduran genç insanları düşünmeyi ödev bilen’ bir hoca tarafından, ‘bu ödevi yerine getirmenin sevinciyle’ yazılmıştı. ‘Bu kitap alışılmış anlamda bir ders kitabı değil’ cümlesiyle başlıyordu ve adı ‘Anayasaya Giriş’ idi.

O sırada ben ve arkadaşlarım Mülkiyede birinci sınıftaydık ve en çok çalıştığımız derslerin başında anayasa hukuku geliyordu.

Sınavlardan sonra ‘Anayasaya Giriş’, kitaplıklarımızda en kolay ulaşabileceğimiz yerlere konuldu, gündemimizden hiç eksilmeyen anayasa tartışmalarında pusulamız oldu.

Alışılmış anlamda ders kitaplarına alışık olanlar; Mülkiyelilerin yanısıra, başka üniversitelerden gelen öğrencilerin de büyük anfide ayakta dinledikleri hocayı, 18 Mayıs 1971 günü,dekanı olduğu fakültede, o yılın son anayasa dersinde, halkın anayasaya sahip çıkmasının önemini anlatırken, 12 Martı ve hadiseyi alkışlarla protesto eden öğrencilerinin arasında, gözaltına aldılar, tutukladılar; 6 yıl 8 ay ağır hapise, 2 ay 20 gün Kuşadası'nda emniyet gözetimi altında bulundurulmaya ve ebediyyen kamu haklarından mahrumiyete mahkum ettiler.

O, yılmadı, yorulmadı. Öğretim üyesi, hukukçu, yazar, gazeteci, milletvekili, bakan, parti genel başkanı, cumhurbaşkanı danışmanı olarak, doğru bildiklerini savunmayı sebatla ve sabırla sürdürdü. Çekilmek gerektiğinde de vuruşarak çekildi.

Doğan Avcıoğlu’nu anmak üzere düzenlediğimiz bu toplantı için yaptığımız daveti; Sayın Erol Toy, Sayın Uluç Gürkan ve Sayın Nazif Ekzen birlikte, o da kabul edip geldi.

Hoşgeldiniz hocam. Öğrencileriniz sizi dinlemeye hazır.

Mümtaz Soysal:Ben…(ayağa kalkar, dinleyiciler alkışlar-o.e.) Çok sima yabancı gelmiyor bana. Ama herhalde bilirler eski öğrencilerim oturarak ders vermekten pek hoşlanmıyorum. Ayakta durmak ta bazen yorucu oluyor. Onun için ortalama bir çözümüm vardı. Böyle kenarlıklı bir sandalye, kenarına hafifçe ilişirdim. Gerekirse ayağa kalkardım. Tahtaya filan bir şey yazılacaksa. Şimdi şu günlerde gene devam ediyorum hocalığa. İnsanın kanına işleyince vazgeçemiyor. Antalya’daki Akdeniz üniversitesinin hukuk fakültesinde ders veriyorum. Anayasa Hukuku. On beş günde bir gidip bir günde iki haftalık dersi altı saat arka arkaya yaparak bitirip geliyorum. Orda da altı saat ayakta gelip böyle kenarı olmayan, buna benzer bir sandalye ile ders verdiğim için hiç öyle endişelenmeyin kolay kolay yorulmam. Ama herhalde farkına varmadan bir yerlere dayanıyorum.

Şimdi Avcıoğlu’yla, Allah rahmet eylesin demek lazım, Avcıoğlu’yla arkadaşlığımız yine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumuş değildi. Orda asistan da değildi. Fakat Amme İdaresi Enstitüsü, şimdiki adıyla yine o zaman….adıyla Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, bizim fakültede başladı. Önce, spor salonunun girişinde bir malzeme odası vardı, spor salonunda, onu kullandılar. Buna birkaç bölme yapıldı içine. Orda başladı. Bir İsveçli profesör gelmişti. Ben de fakülteyi yeni bitirmiştim. Haziran sonunda bitirdim hemen 1 Temmuzda ‘sen araştırma asistanı falan ol’ dediler. Ben öyle girmiştim. Sonra o enstitü biraz terfi etti, vaktiyle bizim zamanımızda yatakhane olan şimdi de bir kısmı sondaki kısmı dershane, ondan önceki kısımlar da profesörlerin odaları, teker teker.

O bölüme aktarıldığı zaman tabi ben başta ilk asistan gibi girmiştim. Sonra çoğaltıldı. İki üç kişi daha geldi. Onlar arasında gelen Doğan Avcıoğlu Paris’ten yeni dönmüştü. Ve orada bir süre beraber çalıştık. Sonra oradayken yine Halk Partisinin araştırma bürosunda çalışıyordu. Gidip geldiğinde orada buluşuyorduk. Ama hatırladığım olaylardan biri: Turan Güneş devam ediyordu, tanıdığı için görmeye gelmişti bir gün. Ve orada sonradan Mülkiye cuntası denen ve içinde şimdi … genel başkanının da bulunduğu grubun bana sorarsanız fikir babası sayılacak olan Turan Güneş, gelir arada birlikte sohbet ederdik. Arkadaşlığımız demek ki aşağı yukarı yarım yüzyılı geçmiş oluyor. Ama tesadüf siz kitabı başlangıç ya da bir mihenk taşı olarak almışsınız. Ve bu tarihi ona rastlatmışsınız 40. yıl diye. Ben o kitabı birlikte getirdim. 12 Martta hangi evde bulunuyorsa… gitmişti. Benim ders kitabım daha önce aynı akibete uğradı. …Onun için bunu da getirdim. Siz tabi önemli olarak o kitabı zikrettiniz…siz çoğunu söylediniz zaten. Ama zannediyorum o kitapta da ifade edilen düşünceler bu yön hareketiyle ortaya atılmış düşüncelerdir. Kısaca söylemek gerekirse benim etkilenme alanım tabi doğrudan doğruya Türkiye oldu ve Türkiye’deki okullar oldu. Zonguldak’taki ilkokulum. Zonguldak ki emeğin merkezi diye bilinirdi ve Türkiye’nin ilk sanayileşmesi ve tomurcuklarının doğduğu yerdi. Sonra parasız yatılı okudum. O parasız yatılı okurken Beşiktaşlı olmama rağmen Galatasaray’da okudum. Fransız kültürüyle ve Fransız etkisiyle temasa geçtim. Doğan ile yakınlığımızı biraz daha pekiştiren de bu oldu. Çünkü Türkiye’den sonra Fransa’ya gidip yüksek öğrenimini orda yapmıştır. Ve zannediyorum kişiliğinin oluşmasında özellikle 1950’lerin Fransa’sının çok büyük etkisi olmuştur. Çünkü o Fransa batı dünyasında yani o dönemin Fransa’sı batı dünyasında az gelişmişlik kavramını azgelişmişliğin ekonomik ve sosyal gelişmeyle olan ilişkisini, rejimlerin özelliklerin özellikle az gelişmiş ülkelerdeki rejimlerin nedenlerini, tarzlarını ve sonuçlarını inceleyen belki de tek batı ülkesi oldu. Başka yerde böylesine yoğun ve bu nokta üzerinde yoğunlaşmış olan bir entelektüel çaba bilmiyorum. Almanya’da yoktu. İngiltere ve Amerika’da hayda hay yoktu. Olsa olsa biraz İtalya’da olabilirdi. Ama İtalya faşizmden yeni çıkmıştı. Orda tabi sol partiler önemliydi. Sosyalist parti, komünist parti vs. ama orada böyle bir çaba yoktu. Dolayısıyla Doğan’ın yetişmesinde, daha doğrusu kendi kimliğinin oluşumunda o etki çok önemlidir. Yani az gelişmiş dünyaya bakış ve az gelişmişliğin sorunlarını, gelişme sorunlarını çağdaş dünyanın genel sorunlarıyla bağdaştırabilmek, rejim sorunu. Ekonomik gelişmenin rejim sorunu.

Onun için ikimiz de farkına varmadan sonradan bir araya gelip de aynı arkadaşlığı kurduğumuz temelde plancılarla aynı kafayı, aynı düşünceyi geliştirmiş ve onu sahiplenmiştik. Yani Türkiye mutlaka planlı kalkınma ve ekonomik ve sosyal bütün boyutlarıyla planlı kalkınma ülkesi olmalıdır. Oysa o sırada bizim gibi ülkelerde özellikle Amerika’da Sovyet tehlikesi bahane edilerek kurulmuş olan yakınlıklar dolayısıyla serbest teşebbüs, işte plansız ekonomi, liberal ekonomi rüzgarı estirildi. Dolayısıyla o dönemde böyle bir düşünce ortamında doğan ile birlikteliğimiz ondan sonra anayasanın yapılışı sırasında oldu. Yani 1961 anayasasının yapılışında aynı komisyonda Kurucu Meclisin Anayasa Komisyonunda birlikte çalıştık.

Birlikte çalışırken, yine birlikte çalıştığımız bir arkadaşımız daha vardı. O da Coşkun Kırca. Fakat o biraz daha değişik düşünüyordu bizden. Fransa’da yetişmiş olması bakımından bazı yakınlıklarımız vardı ve biraz da yakınlıklar dolayısıyla birbirimize mareşal derdik. Niye mareşal derseniz, belki Fransa’ya gitmiş olanlar bilir, Fransa’nın taşrasında bizde böyle nasıl şeyler vardır, işte Kâbe resimleri vs. onun onlarda da Napolyon’un resmi vardır. Napolyon ve mareşalleri diye. Napolyon döneminin ünlü mareşalleri…öyle resimler vardır. Fransızların l’image à epinal dedikleri, öyle sıradan köy resimleri. İşte biz de böyle birlikte bir şey yapıyoruz, Anayasa Komisyonunda sosyal devleti savunuyoruz. Hala saklı tutmaya çalıştığımız değerleri savunuyoruz. Aslında o Anayasa Komisyonu çok fazla savaşma gerektiren bir komisyon değildi. Çoğunluğu bizim düşüncelerimize pek yabancı sayılmazdı. Bahri Savcı ve Muammer Aksoy gibi üyeler. O komisyonda üçümüz bir arada bulunduğumuz için birbirimize öyle seslenirdik. Ama sonradan coşkun Kurucu Meclisten ayrıldıktan sonra politikaya partide devam etmeyi seçti. Ya da partilerde devam etme yolunu seçti. Ben üniversiteye dönmeyi seçtim. O zaman asistandım zaten. Doçentlik sıram gelmişti ama bütün devrimlerde başıma gelen orda da geldi. İki yıldan sonra doçent olunabiliyorken dört yıla çıktı. Dolayısıyla iki yıl oradan kıdem aldım! Ben üniversiteye devam ederken parti dışında politika yapmak, ama o politikayı Türkiye’nin doğru yola sevk edilmesi için yapmak, bunu da yayın yoluyla yapmak düşüncesi vardı. Ben de o düşünceye üniversitedeki görevimle bağdaşabildiği ölçüde katılmayı …kabul etmiştim.

Dolayısıyla o tarihlerde başlayan ve Yön ile devam eden çok sıkı bir iş arkadaşlığımız oldu.. Çok yakından tanıdığım ve biraz önce söylediklerim bile yetmez anlatmaya, biraz belki Fransız edebiyatından örnek vereyim, Rabelais, yani yeniçağların ilk yüzyılında adı duyulan meşhur Fransız yazar vardır, onun hikâyelerinde bir Gargantua vardır. Gargantua bir devdir. Hiç yorulmaz. Hiç acıkmaz. Acıkırsa iki üç bilmem ne falan yer. Böyle müthiş bir dev. Ve Türkiye’de bunun yazı alanında, eser alanında ve fikri çalışma alanına zannediyorum aktarılmış tipi Doğan’ dır. Doğan tek başına bir dev iştahıyla konuyu savunurdu. Bir dev gücüyle ondan sonuç almaya çalışırdı ve içindeki düşünceleri de en berrak aktaran bir kişi olarak herkesin anlayacağı biçimde aktarırdı.

O bakımdan Yön’ü o bir yıllık cildini getirmeden edemedim. Bana sorarsanız bir anıttır. Niçin. Çünkü bu sözünü ettiğim düşünce birliği Yön’ün ilk sayısında yayınlanan bir bildiriyle açıklandı. Doğan ile birlikte onun üzerinde çalıştık. Daha doğrusu o bana ‘mareşal sen bir ön taslak yaz, beraber sonra bir bakalım’ dedi. Yani ilk müsveddesi benden çıktı sonra birlikte baktık. Sonra o sırada düşünceleri bize yakın olanlara da onu verdik. Ve demek ki 47 yıl önce, aşağı yukarı bugünlerde 20 Aralık 1961’de Yön’ün ilk sayısı çıktı. Nerdeyse ölüm yıldönümü, yani iki gün sonra, 20 Aralık olacak. Yönün ilk sayısı çıktı.

Ve o ilk sayıda, orta sayfa olarak, böyle bir bildiri yer aldı. Tabi bildiri sözü zayıf kaçıyor olabilir. Bir çeşit manifestoydu. Yani biz niçin yola çıkıyoruz. Türkiye’yi niçin o yola …..getirmeye çalışacağız. Niçin böyle bir dergi yayınlıyoruz ve niçin orada adı geçen kişilerden o imzaları aldık. Çünkü çıkmadan önce aşağı yukarı bir ay süren hazırlık dönemimiz olmuştu. Ve bir dergi çıkarmak, haftalık olacak, canlı olacak, haber dergisi olacak. Haberleri taze olduğu için…bir düşünce dergisi görüntüsü vermeden haber dergisi olacak. Biraz Akis ile yarışır, yani Akis de haber dergisiydi. Ama başka bir çeşit haber dergisiydi. Biz bu defa haber dergisi niteliği içinde aslında müthiş bir yenilik olarak belki yenilik müthiş değil, belki o dönem için yenilik gibi gözüktü ama Türkiye’nin tarihinde de en azından elli yıllık bir geçmişi olan bir düşünceyi, yani sol düşünceyi yerleştirmek, yaymak için bir dergi çıkarıyorduk.

Onun için bu orta sayfası tamamen bu bildiriye ayrılmıştı. Ve bildiri ile birlikte ona imza vermiş olanların isimlerini de yayınladık. Şimdi çok ince puntolarla dizilmiş olduğu için benim bu kadar yükseklikten onları okumam zor. Aşağı yukarı 100 kişi kadar, şimdi hatırladığım, imza ki bunların içinde bayağı bugün belki çok az yaşayan kaldı. Ama o günün …ünlü adları da vardı. Ve o adlara böyle bir manifestoyu anlatarak kabul ettirerek imzalarını almıştım.

Şimdi gerekirse eğer tartışma başladığında ben fazla vaktinizi de almayayım onun ana hatlarına değinmek mümkün olabilir. Ama özetle yeni devletçilik. Birinci sayısında sosyalizm diye çıkmaktan doğrusu çekinmiştim. Bir askeri dönem henüz sona ermişti. O dönem gerçi sonraki benzer dönemler gibi gericiliği ya da dinciliği falan savunmuyordu. 27 Mayısın bugünkü…anayasanın başlangıç ilkelerini içeren, ilkelerine dayalı bir dönemdi. Ama nihayet bir askeri …di. dolayısıyla bizim sosyalizm bayrağıyla ortaya çıkmamız belki yanlış olabilirdi. Çünkü dergiyi yaşatmak istiyorduk. Onun için o sözcüğü kullanmadan altı sayı bekledik. Altı sayıdan sonra sosyalizm sayısını çıkarttık. İçi de baştan aşağı çeşitli sosyalizmler…yani Fabiancılıktan tutun sosyal demokratlığa bilmem az gelişmiş ülkelerdeki sosyalist Arap sosyalizmi vs. gibi çeşitli sosyalizm renklerine ilişkin yazılar içeren bir şey oldu. Ve hayret ettik, unuttum, kaç baskı yaptık. Yani o hafta müthiş sattık. Tükeniyordu, tekrar basıyorduk. İlk sayısı da öyle bir kapışmaya yol açmıştı ama ayrıca baskı yapmamız gerekmemişti. Fakat 7. sayı için ayrı baskı yapmamız gerekti.

Şimdi Yön’ün şöyle bir kısaca içeriğini anlatmam gerekirse. Bilinen isimler, yani o zamanın solda ünlü sayılabilecek isimleri eksik değildi. Çetin Altan, İlhan Selçuk, Sadun Aren vs. yani o isimler vardı. 3. sayfasında mutlaka, bugün Cumhuriyet’te olduğu gibi, Turan’ın bir karikatürü olurdu. Genellikle başyazıyı Doğan yazardı. Sonra bir ara ben de yazdım. Ama ben başlangıçta o günkü sorunları anlatabilmek için aslında ilginç olabilecek bir deneyim yapmayı düşünmüştüm. Henüz Kurucu Meclisten yeni çıkmıştık. O ilkelerin tartışıldığı bir meclisti. Ve orada bir takım temel kavgalar verildi. Öyle bir meclisin içinde de, öyle bir Anayasa Komisyonunun içinde de yeni kavramları piyasaya sürmek, onları benimsetmek müthiş çaba istiyordu. Zaten sosyal devlet diye başladık. O tartışmalardan biri de oydu. Sosyal sözünü nasıl kullanırsınız. Gerçi biz ilk kullanmamıştık. Bu tabir… komisyondan geliyordu ama arkasında sosyalizm var. Pek de yanılmamışlar, arkasında sosyalizm de vardı tabi. Ama herhalde sosyal demokratlık da vardı. Her türlü sol düşünceler olabilirdi. Öyle yazılar vardı ama asıl önemli olan ve bugün hep dergi çıkarmaya kalkışanlara benim mutlaka tavsiye ettiğim bir şey haber olması gerekir. Güncel olması gerekir. Sadece düşünce ürünlerinden ibaret yazıları ard arda koymak yanlış olur. O konuda Metin Toker başarılı oldu. Mehmet Ali Kışlalı başarılı oldu. Başka da bu tarz bir kitap bir haber dergisi ortaya çıkmadı. Hepsi kısa ömürlü oldular. En uzun ömürlü belki Kim olabilirdi. O bile kısa ömürlü oldu.

Dolayısıyla Yön o niteliğiyle önemli. Ama asıl önemli oluşu bence bu düşüncedir. Yani planlı kalkınma ve bunu demokrasi ile bağdaştırabilmek. Ama arkasında da ordu gerçeği var. Bu gerçeği unutmamak lazım. Çünkü Doğan’ın tabi sonradan Devrim’de falan da gözüken özelliği o orduya çok güveniyordu. Çünkü bütün o gelişmiş gelişmekte olan yeni bağımsızlığına kavuşmuş olan ülkelerde eğer bir ölçüde ilericilik olabiliyor idiyse, bir ölçüde demokrasi, bir ölçüde sosyalizm ya da sosyallik olabiliyorsa o asker sayesinde. Ama hangi asker sömürge devletinin bıraktığı ve çavuşluktan birdenbire mareşalliğe terfi etmiş askerler değil, bağımsızlık savaşı vermiş olan Cezayir’de şurda burada ve dolayısıyla o savaşın öncüsü olan ve arkadan kurdukları devleti de bağımsızlığa dayandırmak isteyen tepkisi onu çok yakından ilgilendiriyordu. Ve az çok düşüncesinde ve Türkiye’de demokrasi de dâhil planlı kalkınma dahil, kültürel kalkınma dahil yenilik olarak ne yapılacaksa o ancak arkasında asker durduğu takdirde başarılı olur düşüncesi yer etmişti.

Şöyle bir bakarsanız özde yanlış bir düşünce de değil. Baktığınız zaman bugünkü dünyada … Kıbrıs gibi bir davada biz niye hala ısrar edebiliyoruz. Çünkü haklı olduğumuza inanıyoruz ama hakkın arkasına da gücü koymuşuz. Güç ile desteklenmeyen hak hala ne yazık ki yalnız 20. yüzyılda değil 21. yüzyılda bile yenilmeye mahkûm oluyor. Tabi acı bir şey bu. Ancak başka bir örnek verebilirsiniz. İsa aciz bir şeydi, kurbandı. O aczi sayesinde insanlığın günahlarını .. falan diyerek arkasından milyonlarca insanı sürükleyebildi. Ancak… yeryüzünde iş görüyorsanız hem haklı olacaksanız, haklı olduğunuza inanacaksınız aynı zamanda o hakkın arkasında ordunun ya da gücün olması gerekiyor.

Yani benim bugünkü Türkiye bakımdan da hep tartışmalarımıza giren bu kavram oluyor. Tabi bu kavramı soktuğunuz zaman işte darbeciler marbeciler diye bir takım sözler…o değil, eğer Türkiye cumhuriyeti bütün bu koşullara karşın bütün bu karşı devrimlere karşın hala yaşıyorsa yine itiraf edelim ki askerin cumhuriyetten yana olması sayesinde yaşıyor. Asker cumhuriyete karşı olsaydı bütün o güçler kolaylıkla başarıya ulaşırdı.

Onun için Doğan’ın düşüncesinde zannediyorum çağı bakımından yanlış olmayan ama doğru anlatılması gereken ve koşullar içinde değerlendirilmesi gereken bir yan vardır. Ben de o bakımdan bunlarla yetineyim. Onunla birlikte o süre içinde en son Büyükada’da gömülene kadar arkadaş kalmak, zaman zaman farklı düşünüyor olsak bile hep aynı temel düşüncelere inanmak bakımından kendimi şanslı hissediyorum. Çok teşekkür ederim. (alkışlar)

(Konuşma metni sayın Mümtaz Soysal tarafından gözden geçirilmektedir. Bu nedenle bu aşamada kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz.)

İhsan Feyzibeyoğlu. Çok teşekkürler hocam. Çok farklı konularda kendinize özgü üslubunuzla hiç unutmayacağımız şeyler anlattınız. Var olun.

Ölümünün 20. yılı dolayısıyla fakültede düzenlenen sempozyuma da katılmıştı Erol bey, Sayın Erol Toy. Davetimizi kabul ettiler. İstanbul’dan bu toplantı için geldiler. Söz kendilerinin.

Erol Toy: Benim hocalığım olmadığı gibi, biraz da rahatsızım. O nedenle, oturarak konuşmama izin verin. Biraz önce Mümtaz hoca da söyledi. Doğan Avcıoğlu seçkin bir insandı. Bir aydındı. Ama yurttaş aydındı. Yani aydın okumuş, çok şey bilen, çok hünerler gösteren, ama gül ağacı gibi her yele eğilen değil… Her şeyi belli hoşgörü çerçevesinde yargılayan, gerektiği yerde direnebilen insan olarak değerlendirilirse… Yâni çağının vicdanı gibi algılanırsa, Doğan öyle biriydi.

Takdir edersiniz ki, kul aydın ne kadar efendisinin düşüncesiyle donanırsa, yurttaş aydın o kadar bağımsız düşünce sahibidir. Ve o bağımsız düşünceyi hiçbir sakıncanın kısıtlamasına izin vermez. Hiçbir çıkarın ipine bağlamaz. Doğan da Türkiye toplumunun geleceği, Türkiye toplumunun yararı için bağımsız düşünebilen ve bağımsızlık çerçevesinde gerekiyorsa, cuntacılık lâfının temelini oluşturan bir tutum takınmaktan çekinmezdi.

Bilinen gerçektir. Her ideoloji, her düşünce, her anlatım ister istemez bir uygulama alanı arar. Her ideologun idealinin gerçekleştiğini görme dileği kınanamaz. Doğan da ülkesinin kalkınması, toplumunun gelişmesi için sürekli yol ve yöntem düşünen bir ideologtu. Bu temel istek dışında, özel bir çıkar peşinde olmadığını ben yakından biliyorum. Bir ara Cumhuriyet Halk Partisi’nin onun fikirleri üzerinde bayağı durması… Milletvekili yapmaya uğraşması… Ama onun kabul etmemesi bu tanıklıklardan biridir.

O doğrudan doğruya düşünür olarak bir ideolog olarak kalmayı yeğledi.

Her ideolog ve ideolojinin de ister istemez bir uygulama alanına… O alanın açılmasında manivelaya ihtiyacı vardır. O manivela sürecinde özellikle yayınlanışının kırkıncı yılı nedeniyle toplandığımız Türkiye’nin Düzeni’nden sonra, çevresini saranların… Ve o manivelanın ucundan tutmak isteyenlerin içinde öneml ölçüde askerlerin de bulunuşu, sonraki yaftanın gerekçesini oluşturdu.

1960’lı yıllarda hepimizin düşünce ufuklarını açan Yön’de Mümtaz Soysal vardı, İlhami soysal vardı, Kurucu Meclis’in Anayasa Komisyonu’nda birlikte çalışıp topluma çağdaş bir anayasayı birlikte kazandırdıkları Altan Öymen vardı. Sonradan sağın ideologluğuna geçen ve bu yüzden fikir çatışmalarına girdikleri Coşkun Kırca vardı. Ama bunlar zaten Türkiye’nin yetiştirdiği altın beyinlerdi ve bu altın beyinlerin kendi aralarındaki bir takım fikir ayrılıkları bile bizler için yeni yeni fikirlerin edinilmesini, yeni yeni açılımlar kazanılmasını sağlıyordu. Doğan bu girişimin kapısını açan altın beyinlerin.öncülerindendi…. Bu arada Cemal Reşit Eyüboğlu’nun Yön ve Devrim’e maddi katkılarını unutmamak gerekir.O maddi destek olmasa bir takım şeyler yapılabilir miydi? Sorusu da sürekli aklımızda kalmalı..

Galiba Yön girişiminin tetiğini yaşanan hayal kırıklığı çekti.

Çünkü o altın beyinler, Anayasa Komisyonunda özellikle Doğan’ın katkılarıyla onun devrimciliğine yakışır bir anayasayı kotarıp Kurucu Meclise ve Milli Birlik Komitesi’ne kabul ettirince seçimlere gidildi. Seçimler yapıldı fakat Mehmet başka oy verdi. Adalet Partisi birinci parti haline geldi. Ortalık karıştı. Bazı 27 Mayısçılar bunu kesinlikle içlerine sindiremediler. Bazı özel toplantılarla Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığı, İnönü’nün başbakanlığı angajmanıyla ilk çözümsüzlük atlatıldı. Ama, - yanlışım varsa, hocam yanımda, düzeltir, - o seçimin sonunda o anayasayı yapanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.

O anayasa gerçekten bugün de yürürlükte olsaydı keşke !..

Türkiye’nin demokratikleşmesinde, kalkınmasında, toplumsal gelişmesinde çok büyük bir atılım olurdu. Ama olmadı. Bir kin ya da öç duygusu biçiminde sonuçlanan seçimler sonucunda hayal kırıklığından doğan gelişme Yön’ün çıkışını sağladı.

Yönde de yine her hafta sosyalizmin kuramları olmasa da, o açılımı sağlayacak bir düşünce kanalı bulunurdu. Kemalist iddiasına eklenen cuntacılık yaftası üzerine atılıncaya kadar Doğan Avcıoğlu’nun yönetiminde müthiş bir açılımı vardı. Sadece ilk sayısına imza atanları değil E Tüfekçi diye yazı yazanları da kapsayan, bir açılımdı bu… Her hafta alışılmış, kalıplaşmış tabuları yıkıyor… Her hafta unutulmuş ya da dışlanmış bir değerimizi gtündeme getiriyor… Yâni Yön o kısa hayatı boyunca bir anlamda Mustafa kemalin Çankaya sofralarnın bir benzeri oluyordu. Hemen hemen her görüş ve düşünce, ilerici olmak kaydıyla devrimci olmak kaydıyla her görüş ve düşünce yönde yer buldu. Ve o düşüncelerin yer bulmasını sağlama amacıyla çalışan, en çok çalışan Doğan Avcıoğlu o süreçte müthiş notlar aldı. O notlar zaman zaman yazı, zaman zaman doküman oldu. Zaten dergi yönetmenin bir zorunluluğu vardır. Bütün sayfaları dolduracak çeşitlilikte yazılar yazılar. Bir değişik imzadan, bir ilginç yazı geldikçe, onlar gelecek haftanın yedeğini oluşturur. Yedekler bazen kitaplar oluşturacak kadar birikebilir. Rlbette o da hazırlıklı olmak adına böyle yazılar deniyordu. Kimisi yayınlanıyordu kimisi yayınlanamıyordu. Bu nedenlerle müthiş notlar elde etti. Bazı arşivler doğrudan doğruya geldi. Bazı kupürler geldi. Bazı yazılar geldi. Bazı fikirler çelişti. Mümtaz hoca da bir ara bıraktı. Oradan hareketle Doğan Avcıoğlu Yön’ün işlevinin bittiğine karar vermiş... Kapatılmasını konuşurken, ben, sonra ne yapacaksın diye sordumdu. Kitap yazacağım dedi. Tamam, o zaman sorun değil dedim.

Yani nasılsa yine bir şey yapacak. Ve çok ilginçtir. Türkiye’nin Düzeni geldi.

Türkiye’nin Düzeni o zaman da bozuktu şimdi de bozuk. Fakat Türkiye’nin Düzenindeki bütün bozuklukların üstüne parmağını basınca ortalık allak bullak oldu.

Türkiye Cumhuriyeti majesteleriyle, kayıtsız koşulsuz iradenin sahibi yüce halkı, kendisinin bir pembe dünyada olduğunu sanıyordu. Olmadığı anlaşıldı. Az gelişmişliğin ya da az gelişmişliği gelişmişliğe çevirememenin getirdiği sıkıntılar Türkiye’nin Düzeni’nde hukukuyla, ekonomisiyle, politikasıyla ortaya çıkınca, tıpkı düşünce öncüllerimiz altın beyinler gibi, hayal kırıklığına uğramış askerler de Doğan’ın düşünceleriyle bütünleşmeye başladılar. Çünkü o bir düşünce adamı, bir gerçek aydın olarak Türkiye’nin bütün sorunlarına parmak basmış… O sorunların çoğuna da seçkinci bir çözümün, yâni planlama, devletçilik ve kalkınma yöntemlerinde bazen dayatmaya varabilecek çözümler ortaya koyabilmiştir. Takdir edersiniz ki, Türkiye düşüncesinin en büyük eksiklerinden biri ve başlıcasıdır. Sorunlar belirlenir. İş çözüme gelince, dut yemiş bülbüle dönülür. Yâni teşhis konulur. Ama tedavi yöntemleri daima unutulur. Doğan’ın Türkiye’nin Düzeni’nde tedavi yöntemleri de vardı. O yöntemler bir çağdaş anayasanın, seçimle sonuçlandırılamamasının aydın hayal kırıklığına… 27 Mayıs sonrasında özellikle Talat Aydemir olayları nedeniyle hayal kırıklığına uğramış askerleri de ekledi. Ve ilerici düşünceleri uygulama alanına sokma hayali, iki hayal kırıklığının kolaylıkla bütünleşmesini sağladı. Doğan’ın dillere destan cuntacılığı ordan kaynaklanıyor. Daha önce, Anayasa Komisyonu’nda birbirlerine takılma hitaplarındaki mareşalliklerin de herhalde bunda katkısı var. Ama en çok cuntacılığı ordan oluyor.

Bu bütünleşmenin bugünün koşullarındaki geçerliliği konusunda Mümtaz hoca çok güzel bir tahlil yaptı. Bu bütünleşme, bugünün koşullarında da dünün koşullarında da geçerliydi. Her zaman herhangi bir düşüncenin uygulanması için mutlak surette bir manivela gerekir. Bu bazen halk olabiliyor. Eğer bir parti büyük oy çoğunluğu almış ve ülkesinin kayıtsız koşulsuz egemenliği, ilerlemesi, kalkınması için gereken her şeyi yapabilecek bilinç, birikim ve güçte ise… Ama Türkiye’de seçimler dört yılda bir şimdi beş yılda bir yapabilir… Sandıktan bu nitelikte iktidarlar çıkarabilirse ne mutlu… Çıkaramıyorsa? İster istemez bu tür hızlı gelişmeler dayatmaları getirir. Bu dayatmaları da sürekliliği olanlardan başkası kolay kolay yapamaz. Sürekliliği olan da süngüdür. Fransızların ünlü lâfıdır. ‘Süngünün ucuyla her şey yapılır, üstüne oturtmaktan maada’.

Onun için bir ideologun manivela arayışıyla, bu manivela biziz diyen bütünleşme çabaları askerlerden geldi. O dönemin koşullarında, dış dünya mı etkin oldu, iç dünyada kendi aralarındaki çekişmeler mi neden oldu. Hiç biri doğru düzgün anlarını yazmadığı… Bizimkiler de kulaktan duyma, dudaktan okuma, içten fısıldama şeklinde olduğu için, çok açık belirlemek mümkün değil, biz varız biz manivela oluruz diyenler birbirine düştü.

1970 Kasımı için düşünülen şey, 1971 şubatına sarktı. Şubat için düşünülen şey Marta sarktı ve 12 Marta gelince, 1961 anayasasının bütün altın beyinleri birer sudan bahaneyle yaptıkları anayasanın canına okunarak içeri alındı. Ve o gelişme sonucunda yine de toplumsal ivmenin önüne geçilemedi.

Çünkü 1961 anayasası gerçekten Türkiye’nin görebileceği en iyi anayasalardan biridir. İnsanlara düşünme, düşünce ve fikirlerini ifade olanağı sağlamıştır. Örgütlenme olanağı sağlamıştır. Toplumuyla devletine duyduğu güvenle yurttaşlarına, ster teker teker, ister toplu halde düşünce, fikir ve hatta eylem özgürlüğüne sahip kılan o anayasa, 12 Mart darbecilerinin savına göre, Türkiye’ye bol gelmiş… O zaman da orasını burasını budayacak terziler elde makas göreve koşmuştu..

Ama unuttukları bir şey vardı sanıyorum.

O da anayasanın aşağı yukarı on yıl yürürlükte kalmasıydı. Bu altın beyinler hangi hayat tarzları… Hangi bilgi birikimi… Hangi bilinç ışıması… Veya hangi coşkularla olursa olsun toplum düşüncesinin bütün kapılarını, o anayasada teker teker açmış… Yön’de kısıntısız tartışma alanına kavuşturmuşlardı. Yazıların çoğu, kurucuların kaleminden çıkıyordu. Her başyazıyı ya Mümtaz Soysal ya Doğan Avcıoğlu… Bazen de İlhami soysal’la ilhan Selçuk yazıyor… Hangisi yazarsa yazsın büyük bir coşkuyla okunuyor… Okunanlar ülke çapında tartışmaya dönüşüyor... Paneller yapılıyordu. Seminerler düzenleniyor… Çeşitli yerlerde çok canlı söylemlere neden oluyordu.

Bunun sonucunda da ister istemez bir sınıf hareketi yetişmeye başlamıştı. 12 Mart o güzelim anayasa elbisesinin orasını burasını kesip Nasrettin Hoca’nın leyleğine bednzettikten sonra da o alışkanlık sürdü.

Neden sürdü?

Bir, anayasayı yapanlar cumhuriyetin ikinci, üçüncü kuşakları olarak cumhuriyetin ilelebet yaşaması, toplumun gelişmesi, çağdaş uygarlığın yakalanması ve hatta aşılmasını benimsemiş insanlardı. İki, toplumun önündeki bentleri kaldırıverince toplumsal gelişme hem düşünce, hem eylem alanında ivme kazanmıştı.

Bu da Türkiye’yi yönetenlerin sıkıntısı olmaya başladı.

O sıkıntıyı ortadan kaldıramadılar. 12 Martta da kaldıramadılar. Çünkü o anayasayı yapanlarla, kazanılan haklardan yararlananlar aynı zaman ve ortamda, en azından o darbeyi yapanlar kadar cumhuriyetin sahibiydiler. Özgür düşüncenin ve direncin, dayatmalara karşı direnmenin gücüne sahiptiler, bilgisine sahiptiler.

Mesela hoca, belki o günlerin anılarını tazelememek için anlatmadı. Muammer Aksoy hoca en katı gardiyana, halden ot getirtiyor… Her sabah.olmadık yerleri hiç sesini çıkarmadan temizleyen Mümtaz hoca utançla başını eğmesini sağlıyordu, Böylesine ağır koşullara karşın, gençlik hareketleri tekrar ivmeye başladı. 12 Mart sadece aydınlarını yemekle kalmadı. Aynı zamanda işçi önderlerini de tutuklamıştı. Ve işçiler bir ara örgütsüz kalmıştı. O örgütsüzlükte bizim işverenlerimiz yani şimdi köylü İslam, kentli İslam tartışmasına postulalık eden ve ogünlerden bugünlere hiçbir zaman burjuva olamayan işverenlerimiz…İlk fırsatta, bu bazen kriz bahanesi olur bazen devlet, bazen grev ve sendikalaşma bahanesi olur… Yasa bahanesi, yasak bahanesi olur. O baheneye sığınarak İlk yaptıkları iş işçileri atmaktır. 27 Mayıs anayasasıyla bir sürü hak elde etmiş işçiler haklarından öte ekmeklerini kaybetmekle karşı karşıya kalırlar. Böylece toplumun vanaları hem yukarıdan, hem aşağıdan sıkışır. Ve sıkışan insanların direnci bilenir.

12 Marttan sonra da, yeniden işçi hareketi gençlik hareketi ivmeye başladı. Ve bütün bu oluşumlar Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nde belirlediği sorunlarla çözümlerinden kaçışın fırsatı gibi görüldü. Türkiye cumhuriyeti devleti ya da devleti yönetenlerla, el birliği, işbirliği yaparak Türkiye’yi kendi istedikleri yöne götürmek… Veya halkın sefaleti karşılığında kendi ceplerini doldurmak isteyenler, bu ivmeyi, yeni bir baskıyla önlemeye kalkıştı. Böyle bir gelişme sürecinde 12 Eylül geldi. Ve 12 Eylül bence Türklerin bin yıllık tarihindeki üç kırılmadan birine neden oldu.

Birincisi, Selçuklular dönemidir. Selçuklular nerdeyse din seçiminden yön seçimine kadar hemen hemen iki yılda bir kurultay toplar. O süreçte Nizamülmülk der ki Melik Şaha; “Türkmen’e dikkat edesin devlet kurucu kavimdir. Devletinin devleti olduğundan kuşkuya düşerse seni öldürür. Devletini yıkar yenisini kurar.” Galiba on altı devlet yıkıp on yedincisini kurma hikâyesi o harika tahlilden kaynaklanıyor. Ama büyük bir filozof, büyük bir devlet adamı olan aynı Nizamülmülk, kendi adıyla anılan nizamiye medreselerini kurar… Ve medreseler mezun vermeye başlayınca seçilmişlerin yerine o mezunları atamaya başlar. Bir yanda Hasan Sabbah uç verir. Melikşah öldürülür. Nizamülmülk öldürülür. Diğer yandan kardeşler arasında egemenlik kavgası başlar. Selçuklu imparatorluğu darmadağın olur.

İkinci kırılma Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleşir. Kanunî rakipsiz egemenliğin gücüyle, aynı hatayı işler. Fatih’in bölünmezliğiyle paylaşılmazlığını denediği, Cem’in sahiplendiği, Bayezit’in kabulüyle iktidara gelebildiği demokratik korporatiz düzeni, saltanatın üstüne hilâfeti de ekleyen Kanunî, bölünmez, paylaşılmaz iktidara dönüştürür. İktaları yurttaş tımarlıların elinden alır, kapı kullarına dağıtır. Yüce divanda ikinci vezirle tedmsil edilen Ahi örgütünü divandan atar. Medreselere kul oğullarının girmesi için ferman çıkarır. Suhte direnişleriyle birlikte,…Celali isyanı… Yahut Mustafa Akdağ hocanın dediği gibi “Büyük Kaçgunluk” patlak verir. Ve egemenliği kimseyle paylaşmama hevesindeki Kanunî, Anadolu’yu yitirir. Dikkat edilirse o döneme kadar Anadolu’ya, şu şöyle yapıla, bu böyle edile. Olmazsa kaddin bükerim, kesinliğinde ferman gönderen Muhteşem.Süleyman, o tarihten itibaren itibaren, rica minnet Adaletname gönderir. Yoksulu ezmeyin, haksız karar vermeyin adaletsizlik olur diye.

Yani Anadolu’da mülk Allahın Allah adına görünüşte yine hilâfetin… Kamu adına yine saltanatındır. Ama Osmanlı İmparatorluğunun değildir. Elinde mülk olarak Rumeli kalır. Ve Rumeliyi kaybettiği an imparatorluk çöker. Eğer Doğan Avcıoğlu çok istediği gibi ömrünü 2000’lere uzatabilse de Türklerin Tarihi’ni tamamlayabilseydi, sanırım bu kırılma noktalarını bize o anlatacaktı. Yazık, düşünce ve bilgi dünyamız onu yitirdi.

Bence Üçüncü kırılma 12 Eylül’dür.

Az önce, 27 Mayıs anayasasından, altın beyinlerin kotardığı bir altın anayasa diye söz ettik. Şimdi o anayasayı hazırlayan Kurucu Meclisin oluşumuna bir göz atalım.

Milli Birlik KJomitesi, 27 Mayıs’ı yapanlardan oluşuyoır. Altın beyinlerin komisyon üyesi olduğu Temsilciler Meclisi’nin temsilcilerinin tamamı seçilmişlerden. O üç yüze yakın kişinin ellisi bir partiden, otuzu bir partidendi. Gerisi üniversiteler, yargı kurumları, barolar, odalar, borsalar, basın ve sendikalar olmak üzere, hemen hemen toplumun bütün kesimlerinden gizli oy, açık sayım esasına göre seçilip gelen insanlardan oluşuyordu.

Tıpkı Birinci Büyük Millet Meclisi ve İzmir İktisat Kongresi gibi.

Bu nedenle toplum kesimlerinin tamamının sorun ve çözüm önerilerini uzlaştıran bir gelecek projesi yapması doğal sayılabilir. Onun şansı, Anayasa Komisyonunda Coşkun Kırca, Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu gibi, projenin ufkunu çekişe didişe beklenenin ötesinde açabilecek üç altın beyni bulmsdı. Elbette bu iç halkanın çevresinde de çok değerli seçilmişler var. Ama hemen hepsinin kabûl ettiği, bunların ödenmez çabaları nedeniyle, o Anayasanın hem Milli Birlik Komitesi’nde, hem toplumda kolay benimsenmesini sağladığıdır. Çünkü bütün ileriliğine karşın, toplumun temel uzlaşmasını, her kesimin sorunu ve çözümü düzleminde ele alıyor.

Oysa, 12 Eylülün Kurucu Meclisi milli güvenlik soruşturmasından aklanarak geçmiş ve Milli Güvenlik Konseyi tarafından yoklana koklana atanan insanlardan oluştu. Bu yüzden de, atayanların istemine uygun bir anayasa yaptı.

27 Mayıs Anayasa Komisyonu halkın olması gerektiği gibi bir anayasa yaparken, 12 Eylülün Anayasa Komisyonu iktidarın istediği gibi bir anayasa yaptı. Ve Türkiye’nin tam anlamıyla deli gömleğine girmesini sağladı. Toplum 25 yıldır debeleniliyor. Ama bir türlü içinden çıkamıyor. Çünkü o anayasanın toplumsal uzlaşıya nuygun biçimde değiştirme vaadiyle sdeçim kazanan partilerle liderleri, iktidar şehvetinin dayanılmaz hafifliğinde paylaşılmaz egemenliğin… Daha açığı kolay saltanatın tadına çabuk alışıyorlar.

Ama Türkiye’nin sorunları bitmiyor, Türkiye’nin bozuk düzeni aynen devam ediyor. Ve o düzenin değişmesini düşünenlerle, önerilerde bulunabilen ideologlar o gün de bugün de hangi manivelayı bulurlarsa kullandıkları zaman, bozuk düzenden yararlanan tuzu kurular tarafından suçlanıyor. Oysa, liderlerin atadığı kapıkullarıyla, bozuk düzenin arasında sıkışan toplumu… Ve onu geleceğe taşıma düşüncesini ayakta tutmaya çalışanları suçlamamak gerekir. Çünkü bir düşüncenin uygulanabilmesi eğer gücü gerektiriyorsa ve o güç o düşünceyle bütünleşiyorsa ne güzel. Cumhuriyetin ilk yıllarının atılımı bir kez daha gerçekleşir. Ama o güç, bir manivela olacağına, düşüncenin karşısında fren ya da balyoz olabilir. O zaman en aydınlık düşünce, en geçerli fikir yeniliyor zaten.. Ve Churchill’in İkinci Paylaşım Savaşı sonrası seçimleri yitirince İngilizler için dediğini Türkiye’ye uygularsak; “Türkler büyük millettir. Bütün değerlerini harcar. Gayet rahat harcar. Ama bu o değerlerin güçle buluşamamasının önüne böyle geçiliyorsa… Oy gibi bir demokratik yöntemin uygulanması… Sorun ve çözümleri toplum çoğunluğuna nlatma, kavratma, özümsetme ve bütünleştirme sürecince sabırlı olunması gerekir. Çünkü en iyi öğretmen hayatın kendisidir.

Açlık ve sefalet çok şeyi değiştirebilir. Bir ara birine gider. Tanrıdan yardım umar ama tanrı erenlerin dediği gibi dünya işlerine karışmıyor. Ben size akıl verdim, deyip çekiniveriyor. Hani haksız değil !.. Fırını yok, ekmek yapsın da dağıtsın. Fırın fırıncının, un değirmencinin elinde. Değirmebnciyle, fırıncı olmadan ekmek yenmiyor. Bu gerçeği gören düşünce sahibi neyler? İster istemez, ya değirmenci ya fırıncıyla iş tutar. Doğan Avcıoğlu’nun da durumu oydu. Ve o durum o dönemin çok demokratları için çok suçlandı. Ama suçlayanların çoğu bu Ankara sokaklarında, pankartlar çıkararak epeyce geç de olsa, suça iştirak ettiler.

Bir toplumun gelişmesiyle, kalkınmasının örneği geçmişte, Kemalist dönemde var. Mustafa kemal Atatürk’ün Cumhuriyet devriminde var. Üstelik bütün bir toplum yokluk, yoksunluk cehalet ve aczin içindeyken var. Önder ve toplum, çare bulmak üzere derlenip toparlandığı zaman büyük bir güç oluşuyor. Ve toplumu yöneten gedrçek önderler, o gücü yaptırımla bütünleştirebildiği zaman başkomutan yahut devlet başkanı olarak, bütünleştirebildiği zaman, devrimlerden... .Birleştiremediği zaman da, hapishanelerden söz ediliyor.

Sanırım ben de vaktimi doldurdum. Eğer soru…varsa karşılıklı yine söyleşebiliriz. (alkışlar)

İhsan Feyzibeyoğlu.
Çok teşekkürler Sayın Toy. Söz Sayın Uluç Gürkan’ın

Uluç Gürkan. 4 Kasım 1983. bundan 25 yıl önce, yağmurlu bir Cumartesi günü İstanbul’da Büyükada da Doğan Avcıoğlu’nu Büyükadanın doruklarında bir anlamda onun çok sevdiği sözcükle doğaya verdik. Aşağı doğru yürümeye başladık. İskeleye. Dağılacağız, ama ilk vapura iki buçuk saat vardı. Birisi yanılmıyorsam, Erol abi, hocam İlhami soysaldı, doğana içelim dedi. İskeleye yakın bir yerde bir tenha lokantaya oturduk. Doğan Avcıoğlu’nun çok sevdiği rakılar söylendi. Kadehler kalktı. Benim en azından benim için kendi payıma içimdeki Doğan Avcıoğlu’nu yitirmenin hüznünü onu tanımış olmak, onunla birlikte çalışmış olmak coşkusuna eriştiren sözler İlhan Selçuk’un ağzından döküldü. Şöyle dedi ilhan Selçuk. Devrimciler ölmez. Ruhları birbirine geçer. Birbirlerinin gözlerine bakarlar, birbirlerini sevecenlikle anarlar, birbirlerini yürekleriyle anarlar.

Bunun gerçekleşmesi için hiç kuşkusuz Doğan Avcıoğlu’nun veya başka devrimcileri doğrudan tanımak onlarla birlikte çalışmış olmak gerekmez. Bazen o da yetmez. Örneğin devrim gazetesinde benim birlikte yazı işleri müdürlüğünü yaptığım hasan cemal herhalde Doğan Avcıoğlu’nun ruhundan bahsedildiği zaman ödü patlıyordur. Ama o devrimci eğer Atatürk ise, eğer Doğan Avcıoğlu ise öğrencisi olup 12 Martta sevgili hocam ile birlikte aynı koğuşu paylaştığımız muammer Aksoy ise, 12 Mart sonrasında gözaltında aynı yatağı paylaştığım, birlikte sakıncalı piyade olarak askerlik yaptığım uğur mumcu ise, Ahmet Taner Kışlalı ise bu isimleri daha fazla sayabiliriz, sizin onları doğrudan tanımanız yüz yüze tanımanız birlikte çalışmış olmanız gerekmez içselleştirmek, ruhlarıyla bütünleşmek için. Doğan Avcıoğlu bu konuda gerçekten çok önemli bir isim ve o içselleşmeyi sağlamak için de bize inanamayacağımız bir büyük miras bırakmış olan kişi. Hocamın dediği gibi yön ciltlerini bulmak kendisi olarak çok zor ama çok yakında internet ortamında bütün ciltlerini sunacaklar. Onun ötesinde devrim ciltlerini belki bulmak çok mümkün değil ama onun internete geçmesi biraz daha zaman alacak ama yön önümüzdeki günlerde, kısa bir zamanda tamamlanacak ama onun ötesinde hala kitapçılarda kitapları var. Türkiye’nin Düzeni, üç ciltlik milli kurtuluş tarihi. Altıncı cildine kadar getirip kafasındaki, hayalindeki son iki cildini tamamlayamadığı Türklerin tarihi. Bunların ötesinde 12 Martta yabancı parmağı ve sanıyorum sevgili Nazif’in biraz sonra epey içinden alıntı yapacağı çok çok önemli, en az bu eserlerin hepsi kadar ön8emli devrim ve demokrasi üzerine kitabı. İçselleştirilmesi bakımından ger çekten önümüzde Doğan Avcıoğlu’nun büyük bir mirası var. Altan Öymen’in ölümünden sonra yazdığı sözlerle bu bütün miras da Doğan Avcıoğlu bir anlamda Türkiye’ye bir Avcıoğlu sentezi kazandırmıştır.

Nasıl bir sentez? Gene Altan Öymen’den aktarmak istiyorum, gene sevgili Doğan Avcıoğlu’nun çok yakın sevgili bir arkadaşı şöyle o açıklıyor o sentezi: çoğu aydınımız gibi bizim gibi o da ülkenin temel sorunlarını saptamak ve onlara çözüm bulma merakındaydı. Çoğu aydınımızdan farklı yanı ise bunun lakırdısıyla değil araştırmasıyla uğraşmasıydı. Sağlam mantığına ve sentez yeteneğine eşlik eden büyük bir çalışma gücü ve çalışma disiplini vardı. Bunun gerçekten bir yitirdiğimiz değerin arkasından söylenmiş onu yüceltmeye dönük laf olmadığını birkaç benzer değerlendirmeyle sizle paylaşmak isteyeceğim. Örneğin, Mehmet Kemal. Altan Öymen’in bu …sentezi konusundaki değerlendirmesini şöyle iki cümleye sığdırıyor. Doğan Avcıoğlu kendisini yetiştirdiği seçkin aydınlardan biridir. Nereye el attıysa bir çözüm getirmiştir. Doğanın çevresi bir akademi idi. Akademi gibiydi. Uğur mumcu bir anlamda daha da ileri gidiyor ve bu olayı nasıl değerlendiriyor. Tek başına bir üniversite gibiydi. Bir batı ülkesinde yaşasaydı dünyanın saygı ile selamladığı bir düşünür olurdu. Türkiye’de doğduğu için cömertçe harcanan bunca nitelikli insan gibi türlü acılarla karşılaşırdı. Bu konuda bir anımsatma yapmak istiyorum aşağı yukarı benim kuşağımdan olanların çok iyi bildiği o 1968 olayları ortaya çıktığında fransada Sartre’ı biraz tutuklamak değilse bile hırpalamak, disiplin altına almak gibi bir girişim çıkar. Orda de Gaulle’ün verdiği cevap: ‘Olmaz, Sartre Fransa dır’. Avcıoğlu da gerçekten Türkiye idi. Böyle büyük bir değerdi. YÖN Dergisi arasındaki Türkiye’nin Düzeni çalışması ve benim Doğan Avcıoğlu ile birlikte çalışmaya başladığım Devrim Dergisi bütün bunlardan bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Bütün bunları gerekleştiren bir insan olarak. Şöyle bir empati yapalım. Doğan Avcıoğlu’nun yarattığı eserlerin yarısı hatta dörtte birini yaratmış olanlar herhalde hiç kuşkunuz olmaz çok mutlu ölür. Ama katılacak mı başta hocam, bence Doğan Avcıoğlu gözü açık gitti. Çünkü daha yapacakları olduğuna inanıyordu. Görevini bitirmediğine inanıyordu. O kadar ki gene bahtsız bir trafik kazasında yitirdiğimiz Teoman Erel’in bu konuda aktardığı, henüz Avcıoğlu sağken bir gözlemini paylaşmak istiyorum. Çalıştığımız ajansta ben de ordaydım Anka ajansına Doğan Avcıoğlu uğramıştı. Görünüşüyle bizi hayli şaşırtmıştı. Sekiz on kilo zayıflamış. Güneşten yanmış ve çok şık giyinmiş bir Avcıoğlu. Hayrola abi diye sormuştum, nedir bu hal, nasıl oldu da böyle gençleştin. Ne yapıyorsun. Koşuyorum, kiloma dikkat ediyorum. Bu arada ben ekleyeyim, o devrim gazetesinde birlikte olduğum herhalde yönde de kendi çalışırken de ağzından hiç düşürmediği kibritten tasarruf ederek içtiği sigarayı bırakmıştı. Niçin. Bu gayret neden, ne yapmak istiyordu. Doğan Avcıoğlu Türkiye’de demokrasiyi taşıyacak alt yapıyı son derece eksik gördü. Böyle bir inanç vardı. Türkiye’de demokrasiyi taşıyacak alt yapı oldukça eksik. Bu eksikliğin bir devrimle giderilmesi gerektiğini düşünüyordu ve ülkenin önündeki engellerin ancak bu şekilde kaldırılabileceğini düşünüyordu. Gayreti de bundandı. Türkiye için devrimi yakalamak son çıkarttığı yayının adı da sadece devrim değildi. Türkiye için devrim. Türkiye için devrimi yakalamak. Bunu yaşamak istiyordu. Devrimin gecikmesinin Türkiye’yi parçalanmaya kadar götürebilecek büyük tehlikelerden, tehlikeleri gündeme getireceğinden söz ediyordu. Tutuklandı 12 Eylül sonrasında. İşkenceci …Ziverbey’de sorgulardan geçirip yargılandı. 12 Martın acı deneyinden sonra da fikrinden vaz geçmemişti. Tam aksine daha da keskinleşmişti. Kendisini yenilemiş, gençleşmiş ve şunu diyordu. 2000 yılına kadar yaşamak üzere kendimi programladım. Haklı programladım. Haklı olduğumu göreceksiniz. Çünkü çok yakın çevresinde de 12 Marttan sonra da ya Avcıoğlu haksız çıktı biçiminde eleştiriler başlamıştı. Kansere yakalanınca da değişmedi. Ölümünü bilinçle beklerken kendisine ve daya gelen dostlarına ben de 2 kasımda, 4 kasımda toprağa verdik, 2 kasımda son defa yanına gitmiştim, Ankara’dan. Hep gülümseyerek takılıyordu. Benim 2000 yılına dönük programım bozuldu. Bakalım sizinki ne olacak. Yani bunu isterseniz çok canlı bir yaklaşımla dün akşam sanıyorum pek çoğunuzun izlediği Melih Gökçek Kemal Kılıçdaroğlu tartışmasıyla da programımızın ne hale geldiğini Avcıoğlu’nun eksik olan demokrasi altyapısını tamamlamak için Türkiye’yi yoksulluktan kurtarmak, laik ve demokratik cumhuriyet karakterini kesinlikle muhafaza etmek, yolsuzluklara karşı mücadeleyi etkin sürdürebilmek bağlamındaki bütün bu programının herhalde dünkü tartışmada yani bunu sergilemek isteyenlerin konuşturulmaması gibi hangi noktalara geldiğini hep birlikte gördük. Ve o zaman gerçekten, yani şimdi hep birlikte kendi kafamızda cevabını aramak üzere bu soruyu yenilemek istiyorum. Ne dersiniz Doğan Avcıoğlu haksız mı? 40. yılında yayınlanmasının Türkiye’nin Düzeni kitabını tartışıyorsak herhalde haksız çıktı diyemeyiz. Gene sevgili Teoman Erel’in bu konuda bir değerlendirmesini paylaşmak istiyorum. Paylaşsak da paylaşmasak da düşüncelerinin ve tezinin yenildiğini söyleyemeyiz. Yozlaşmış demokrasiyle iyi bir yere varılamayacağı konusundaki öngörüsü 11 Eylül 1980 tablosuyla da doğru çıkmıştır. Pek çok tabloyla da yaşadığımız bu haklılık ortaya çıktı sanıyorum. Nitekim bunu yönden sonra devrim gazetesinde birlikte çalışmaya başladıkları ama devrim gazetesinin sanıyorum ilk on sayısından sonra Doğan Avcıoğlu’yla dostluğunu koparmayan ama yolunu ayıran ilhan Selçuk un bir cümlesini de paylaşmak istiyorum. Sevgili doğanın hayali birden beliriyor. Dudaklarından eksilmeyen sigarasıyla, ama dediğim gibi o 1980’li yıllarda 2000 yılı programını yaptığında sigarayı da bırakmıştı, dudaklarından eksilmeyen sigarasıyla yüzünde güleç bir anlam hafif alaylı konuşuyor, ben sana demedim ? (son hece anlaşılmadı-o.e.) . şimdi 2000 yılına dönük programını uygulasaydı Doğan Avcıoğlu hedefini çok yerde bu hedefini çok açık ve net ifade etti. Kemalist Türkiye. Doğan Avcıoğlu Kemalizm’i bir ulusal kurtuluş devrimi diye tanımlıyordu. Çok partili demokrasinin ise bu devrime bir ihanet dönemine dönüştüğünü vurguluyordu. Bunları açık açık yazıyordu. Öncelikli hedefi yarıda bıraktırılan ve yolundan saptırılan ulusal kurtuluş devrimini tamamlamaktı. Atatürk’ün başlattığı bu ulusal kurtuluş devrimi –bütün sonuçlarıyla gerçekleşmeden ülkemizde başka hiçbir şey yapılamaz. Peki, o devrim nasıl gerçekleşecekti. Bunu da Doğan Avcıoğlu’nun kendisinden dinlememiz gerektiğini düşünüyorum: ulusal kurtuluş devrimi başlıklı yazısında bir ulusal kurtuluş devriminin amacı yalnızca siyasi bağımsızlığı gerçekleştirmek değildir. Tam bağımsızlığa ulaşabilmek için sömürge düzeninin ülkedeki bütün dayanaklarının tasfiyesi ve sağlam bir sanayi temelinin kurulması zorunludur. Günümüz şartlarında ve özellikle Türkiye’de bir ulusal kurtuluş devrimi kapitalist çerçevede gerçekleştirilemez. Kapitalizm dışa bağımlılık, geri bir tarım, gecekondu sanayi ve artan toplumsal huzursuzluk demektir. Yaşadığımızı sanıyorum. Şu an global ekonomik kriz ile de Doğan Avcıoğlu gene haklı çıkmış görünüyor. Doğan Avcıoğlu cici demokrasi dediği yozlaşmış demokrasinin iflas ettiğini, sorunlarını Türkiye’nin sorunlarını çözemediğini söylüyor. Ve şu vurguyu yapıyordu. Sorunlarını çözemeyen rejimler yıkılmaya mahkûmdular. Bu şaşmaz bir sosyolojik kanundur. 1970’li yılların başında, sayın hocamın vurguladığı o günün koşullarında, gene şunu söylüyordu. İktidar koltuğu boştur. Bu boşluğu yakın gelecekte hangi güçlerin dolduracakları bellidir. Bunu derken hiç kuşkusuz askeri iktidara davet ediyor …(bu son iki kelime net anlaşılamadı, Uluç Gürkan görmeli-o.e.) ama bu şu an kimilerinin söylediği bizim devrim gazetesinde özellikle birlikte çalıştığımız hasan cemalin sık sık vurgulamaya çalıştığı gibi tahrif etmeye çalıştığı gibi askere bir çağrı değildi. Doğan Avcıoğlu’nun buradaki amacı adeta o günü yaşayanlar hatırlayacaktır. Geliyorum diyen, biz gazeteci olarak genelkurmayın ışıkları yanıyor mu yanmıyor mu diye önünden geçip gazetecilik mesaimizi o ışıklara göre ayarlıyorduk. Geliyorum diyen bir şey var. Aynısı 12 Eylülde de yaşandı. (kaset değişimi)
…gereği darbenin faşizan bir karaktere bürünmesini önlemekti. Bunda hiç bir tereddüt yok. Sevgili Erol Toy’un bahsettiği o çevresinde konuştuğu yani askerlerle bütün hedefi faşizan bir karaktere dönüşmesini önlemeye dönük, yoğun bir uğraştı. Dar kapı aşlıklı yazısında bu yazıları bulmak çok kolay, hepsi Nazif in biraz önce göstereceği demokrasi ve devrim üzerine kitabının içinde var. Dar kapı başlıklı yazısında şunu söylüyordu. Gerçekten kaçmakla, gerçek dediği geliyorum dediği darbe, gerçek yakamızı bırakacak değildir. Bütün amacı 12 Mart müdahalesiyle yaşama geçirilen o parlamento vitrinli darbeyi önleyebilmekti. Bunun için de bakın yaptığı çağrıya dar kapı yazısında: gerçekten devrimci isek, gönlümüz çok daha fazlasını arzuluyor diye hayatın bizi karşı karşıya bıraktığı tercihlerden kaçamayız. Ya büyük hayaller içinde keskin devrimcilik iddiasıyla olan bitene seyirci kalarak her iki tarafa da kayması mümkün bulunan kuvvetlerin dış destekli tutucu güçlerin yenilmesine sürüklenmesini kabulleneceğiz, ya da bunu mukadder akıbet saymayı reddederek bütün gücümüzle mümkün olanı gerçekleştirmek için mücadele edeceğiz. Sayın hocamın vurguladığı arkasında askerin desteği konusunda da bakın Doğan Avcıoğlu, yani bundan ne anlaşılması gerektiğini gene kendi ağzından sizlerle paylaşıyor biz başka yazısında son yüzyıllık tarihimizde Türk ordusu ilerici bir güç olarak daima ön planda rol oynamıştır. Tutucular koalisyonu bugün Türkiye’mizi tam ortaçağ karanlığına gömmeye cesaret edemiyorsa bu her şeyden önce Türk ordusunun devrimci bilincinden çekindiği içindir.1927 yılına kadar üniformasını sırtında taşıyan Atatürk orduyu günlük politikanın tekrar ediyorum orduyu günlük politikanın dışında tutmuştur. Ama Kemalist Türkiye’yi kurma savaşında başlıca desteğini ordu teşkil etmiştir. Ordu günlük politikanın dışında, devrim politikasının içinde olmuştur. Atatürk devrimlerini gerçekleştirme aracı olarak ordunun bilinçli gözetimi altında partiye dayanmıştır. Ordu ve parti Kemalist devrimin iki temel dayanağı olmuştur. Sonra işte onun nasıl kaydığını anlatıyor.

Şimdi Avcıoğlu’nun buradaki gerçekten amacı o tarihte herkesin bildiği, gördüğü ama bazımızın da o tarih itibariyle de bugün geçmişe dönük bakarken hala üç maymunu oynadığı geliyorum diyen bir darbenin faşizan karaktere bürünmesini önlemek yahut ta bu konuda karşı karşıya kalınacak fırtınanın en az zararla atlatılmasını sağlamaya dönük.

Şimdi Avcıoğlu bu konuda o kadar net ki yani nasıl bunun yanındaki veya onu incelediğini söyleyen o günün sol tutucusu bugünün neoliberali bir takım insanların Şahin Alpay’ı ile Mete Tuncay’ı ile Hasan Cemalin ötesinde nasıl bir darbecilik, asker eliyle işte Türkiye’de bir darbe yapmak ve o darbenin bilmem nesi olmak gibi kurgular kuruyorlar, bilemiyorum. Bunu yapan insan şunları yazar mı: soyuttan somuta yazısı. Bir Yahya han formülü, o tarihte Pakistan’da darbe olmuş, Yahya han diye bir general hükümet kurmuş, bir Yahya han formülü çıkar yol değildir. Yahya hancılar gittikçe ağırlaşan ekonomik ve toplumsal sorunlar altında kısa sürede tepetaklak gitmeye mahkûmdurlar. Bekleyiş başlıklı yazısı. Hayalindeki devrimci iktidarı açıklıyor. Günümüz koşullarında bir kurtuluş sıçraması ancak örgütlü ve bilinçli halk güçleri eliyle gerçekleşebilir. Fakat sanılmaktadır ki bu köklü düzen deşikliği güçlü halk desteği olmadan bürokratik yollardan başarılabilir. Böyle bir devrimciliğin yarı yolda kalacağı açıktır. Askerin iki tarafa da kayması mümkün diyen Doğan Avcıoğlu şöyle devam ediyor. Bilinçli ve örgütlü bir halk desteği sağlanmadıkça, bunun için de sağlam devrimci kadrolara dayanmadıkça bugünlerin bocalamalardan kurtulmaları çok zordur. Borçalanmaların az çok önlenebilmesi için devrimci kadroların hayalciliği bırakarak gerçekçi bir tutumla bu güçler safında bütün ağırlıklarını koymaları gereklidir. Dikta başlıklı yazısı. Yani Avcıoğlu’nu anlamak için öncelikle ve ilk olarak okunması gereken bir yazı olduğuna aynen inanıyorum. Şöyle başlıyor. Bir askeri dikta çözüm yolu değildir. Halktan kopuk bir askeri yönetim tutucu güçler koalisyonu çemberini kıramayacağı gibi kendi iç çekişmeleri içinde çoktan çöküp gitmeye mahkûmdur. Son yüzyıllık tarihimizde Türk ordusu ilerici bir güç olarak daima ön planda rol oynamıştır. O bahsettiğimiz daha önce okudum ve bu yazıyı şöyle noktalıyor. Dava halkın partisi eliyle tutucu güçler koalisyonu diktasına son verme ve yerine halkın diktasını yani gerçek demokrasiyi kurma davasıdır. Bunlar hepsi devrim gazetesinde başka yerlerde yazılmış ve bütünüyle demokrasi ve devrim düzenine aldığı kitapta toparlanmış yazılıdır.

Bu bağlamda Avcıoğlu sentezi şu an Türkiye’de büyük orta doğu projesi ile yaşadığımız sıkıntılara da yani 1983 yılında ölen bir insanın öngörüleriyle ışık tutacak niteliktir. Son olarak sizi sabrınızı fazla istismar etmeden sizinle bunu paylaşmak istiyorum. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana güneydoğuda sürekli başkaldırmalar kanlı olaylar yaşandığını biliyoruz ve işbaşına gelen hiçbir partinin, hiçbir devlet adamının bu yöreye gerçek bir barış getiremediğinde de herhalde hem fikiriz.

Doğan Avcıoğlu’na göre bu tehlikeli bir durumdur. Çünkü şöyle diyordu, gen e kendisinden tırnak içinde alıyorum. Emperyalist devletlerin parçala ve hükmet değişmez kuralına uygun biçimde çıkarları gerektiği zaman Kürt sorunlarını Kürt sorununu körüklemeleri kaçınılmazdır. Peki, bu duyarlılığını nasıl dile getirmişti? Ekonomik Sevr diye bir kavram ortaya atmıştı yazılarının bir tanesinde ve orada orta doğu haritasını yeniden çizmeye kararlı görünen dış güçlerin ancak ekonomik Sevr ile zayıf düşmüş bir Türkiye’ye siyasal servin sayfalarını yeniden açmak yolunda baskı yapabileceklerine işaret ediyordu. Ve çözüm için bu anlamda şöyle bir kısa notu, çok geniş ama o Avcıoğlu sentezi için gene çok önemli olduğunu düşündüğüm çok ufak iki paragraflık bir değerlendirmesini paylaşmak istiyorum sizle. Hangi açıdan bakarsanız bakınız bir Kürt devleti kurmak hayaldir ve halkların çıkarına aykırıdır. Böyle bir hayal milletlerarası planda tehlikeli çatışmalar yaratmaktan ve gereksiz ıstıraplara yol açmaktan başka bir sonuç verecek değildir. Türkiye şimdiye kadar yalnızca edebiyatı yapılan bir doğu politikası çizmek zorundadır. Şimdiye kadar sadece edebiyatı yapılan doğu politikasını gerçek bir biçimde çizmek zorundadır. Şimdiye kadar uygulanan ve çağımızın ölçüleriyle bir cins sömürgecilik sayılabilecek olan politikalar iflas etmiştir. Kanımızca gerçekçi politika feodalizmi tam tasfiye eden köklü bir toprak reformu. Doğunun batı ile bütünleşmesini amaç edinen bir bölgesel kalkınma programı ve bölgenin etnik özelliklerini göz önünde tutan geniş kapsamlı bir plan çerçevesinde yürürlüğe konulabilir. Burada o etnik vurgusunu da bir çok ulusluluk şimdi gündeme getirilen biçiminde anlamamaktadır. Öyle yansıtmamaktadır. Çünkü Avcıoğlu işte o devrim tarihi, milli kurtuluş tarihi kitaplarında bütün onca makalesinde şunu vurgulamıştır. Biz Anadolulu olgusu seçtik ? hep birlikte. Ve Atatürk’ün hiçbir ırk, kan, kafatası, hiçbir din mezhep ayrımı gözetmeyen milliyetçilik anlayışını da başka hiç kimsenin eline teslim etmeme konusunda kararlı bir tutum sergiliyordu.

Sevgili dostlar gerçekten Avcıoğlu bütün bu yaklaşımıyla ve bizim onu içselleştirmemiz için bıraktığı hala kitapçılarda ve pek çoğumuzun belki rafında bugün için de tehlikeli sayılan hazinesi ile bugün için de tehlikeli sayılan hazinesi derken, bu sabah Kanal D’ye bir çekim için gitmiştim Kanal D’nin genel yönetmeni genel müdürü Nahit Durudan çok hayret ettiğim bir hırsızlık olayı dinledim. Yani gerçekten bir hırsızlık mı değil mi. Evlerine bir hafta kadar önce birisi girmiş herhalde bir sprey sıkılmış köpekleri, eşi kendisinin uyanmalarını sağlamamak üzere yani öyle bir sprey. Evden alınanlar yani annesi torunlarına altın alması için bir para bırakmış onlan aldığı beş altın var komodinin başında o alınmamış. Eşinin tarafında eşinin ziynet eşyaları, pırlantaları filan hiçbir şey alınmamış. Nahit Duru’nun flash diski, evrak çantaları ve kütüphanesinden Doğan Avcıoğlu’na ait yedi tane cilt kitap, yedi tane diyor, çünkü diyor, Türklerin tarihinin bir cildi eksikti. Avcıoğlu gerçekten bu anlamda çok iyi bir sentez. Bu sentez bize gerçekten çok gerekli. Sevgili aydın esenin ve benim çok sevdiğimiz o anlamda bir fıkra var, senaryoyu değiştirmek diye. Dilerseniz son söz olarak Avcıoğlu bu senaryoyu değiştirmek için bizim diğer hiç kuşkusuz içselleştirmemiz gereken devrimcilerle birlikte unutmamamız, canlı tutmamız gereken birisi. Bu senaryoyu değiştirmek konusunda fıkra şu: temel kovboy filmlerini çok severmiş. Yaşadığı yere bir kovboy filmi gelmiş. Kızılderililer, kovboylar herkes anlatıyor arkadaşlarına kahvede. İyi birisi dursun demiş ki anlatma biz gideceğiz filmi seyredeceğiz, ben de sizle bir daha geleceğim bir daha seyrederim ben onu. Gitmişler akşam sinemaya. Heyecanlı bir sahne. Kızılderililerle kovboy filminin kahramanı kapışmış. Kovboy kaçıyor. Atı hızlı, arayı açıyor. Ama önünde bir uçurum. İşte uçuruma düştürmeyecek. Çok heyecanlı. Temel gayet sakin. Sahneye inmiş. Dursun heyecanlanma düşmeyeceğiz. …eğilmiş….heyecanlanma düşmeyecek demiş. Biraz sonra kovboy düşmüş. Niye filan diye arkadaşları bağırınca, ne bileyim ben bunun bu kadar aptal olduğunu diye akşam geldim. Dün de…düşmüş….(gülüşmeler). Senaryoyu değiştirmek için Avcıoğlunu gerçekten içselleştirmemiz gerekiyor diyorum ve hepinizi saygıyla selamlıyorum. (alkışlar)

(Konuşma metni sayın Uluç Gürkan tarafından gözden geçirilmektedir. Bu nedenle bu aşamada kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz.)

İhsan Feyzibeyoğlu:
Çok güzel ve çok kapsamlı bir değerlendirme oldu. Kendisi de çok beğenirdi burada olabilseydi. Son söz Nazif Ekzen’in…

Nazif Ekzen: Ben de sizlerden özür dileyecem. Bir sağlık sorunum nedeniyle …evet bir trafik kazası nedeniyle ayakta durmak benim ciddi sıkıntım var. Ben Uluç’un bıraktığı yerde özellikle Avcıoğlu ve ordu spekülasyonu üzerinde kısa bir değerlendirme yapmak düşüncesindeyim. Bunun artık yapılması gerektiğine inanıyorum. Ondan sonra Türkiye’nin Düzeni üzerinde düşüncelerimi söyleyeceğim.

Avcıoğlunun verdiği uğraş ordu içindeki bir değişimi örgütlemekti. Onlarla beraber sadece gücü harekete geçirmek değildi. Çok somut olarak gördüğü bir şey vardı. Türk ordusu 1952’den itibaren NATO tarafından NATO ihtiyaçlarına göre eğitilmeye-örgütlenmeye başlamıştı. Devrim Dergisinin çıkışında ,birinci sayısında yer alan çıkış bildirisi ki o bildiriyi Yön çıkarken yayınlanmış olan “Yön Bildirisinden” farklı kılan on beş tane madde vardır. O on beş maddeden bir tanesi ulusal ordudur. Çok net bir biçimde 1952 yılından başlayarak Ordunun yapısında gelişen bir tehlikeli bağımlılık ilişkisi yönündeki gidişi ve bu eğilimin yaratabileceği sonuçları Avcıoğlu anlatmaya çalışıyordu.

Devrim Dergisi birinci sayısından on birinci sayısına kadar en büyük yeri Türk ordusu ve Amerika 1947-1969 ilişkilerine ayırdı. Son derece ayrıntılı incelemesidir bu Doğan Beyin. Çünkü Doğan Beyin sözünü ettiği ulusal ordu ulusal bağımsızlık savaşını gerçekleştiren ve Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak yaşamasını sağlayan ordu. Doğan Beyin bütün endişesi budur. Bu ilk on bir sayfadaki Türk ordusu ve Amerika adlı çalışmanın- dizinin ilk bölümü çok ilginç bir girişle başlar. 1965 seçimleri olmuştur, Adalet Partisi iktidara gelmiştir. Sayın ihsan Sabri Çağlayangil dışişleri bakanı olmuştur. Amiral Sezai Orkunt kendisini hem ziyaret hem de bir sorun nedeniyle davet etmiştir. Paşa Çağlayangil’in yanına girdiğinde Çağlayangil’in ilk sözü Paşam siz niye bu kadar Amerikan düşmanısınız şeklindeki ifade olmuştur.Çağlayangil bu değerlendirmeyi kendi görüşü olarak söylememektedir.Onun ifadesine göre Amerikalılar Türk ordusundaki kimi askerleri bu gözle görmektedirler. Sayın Orkunt dehşet içinde kaldığını anlatır, anılarında da vardır, Doğan Beye de anlatmıştır, bu yazı dizisinde 47 den itibaren başlayarak bu sürecin içindeki özellikle 51 sonrasından yani NATO standartlarının Türk ordusuna uygulanmaya başlaması ve o eğitim tarzının yerleşmeye başlamasıyla beraber değişen yapı Doğan Beyi çok ilgilendirmektedir.

Biraz önce söylediğim gibi Osmanlının o yıkılışından sonraki süreç içinde bu ülke ile yeniden bir umudu veren yeniden bu topraklarda bağımsız ve özgür bir devletin yaratabileceği umudunu veren şey, o ordunun gerçekleştirmiş olduğu ulusal kurtuluş savaşıdır. Doğan Bey bunun yok olmamasını istemektedir. Ama bir taraftan da durum içinde gelişen sürecin NATO’cu ve ulusalcı veyahut ta oraya yakın görüşleri olduğunu bilmektedir. Bütün kuşkusuyla hep bu uyarıyı yapmıştır.Ordu içinde yaşanan bu sürecin belli bir aşamasından sonra NATO güçlerinin ağır basması ile birlikte ortaya çıkan sonuçları gördük. 12 Martta çok somut yaşadık. 12 Eylülde daha da somut yaşadık.40 yıldırordu içindeki bu yapı değişikliğinin Türkiye nin toplumsal yapısı üzerinde yarattı sonuçları yaşıyoruz. Açık bir şekilde 12 Eylül için ABD Generallerinin ifade ettiği gibi; “Geldi bizim çocuklar, Darbeyi yaptılar.” Ülkenin bağımsızlığı için orduyu olmazsa olmaz olarak değerlendiren Avcıoğlunun Ordu ile olan ilişkisi sadece bu yapının kaybolmamasına yönelik çabalardan oluşur. Onun için Doğan Beyin ordu ile ilişkisi konusu değerlendirilirken bunu hiç gözden ırak tutulmaması gerekir.

Doğan Bey o kadar saf bir insan değildi. Yani 12 Marta ilişkin söylenenlerin tam aksine ondan tam altı ay önce 1970 yılının ağustos ayında, Devrimdeki köşesinde bir önemli yazısı vardır. “Ecevit ve Ordu” başlığının taşıyan bu yazı . İsterseniz bir kısmını okuyayım size. “Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreteri Türk ordusu ile ilgili fütursuz konuşmalar yapmaktadır. Söke’de geçen hafta bu düzenin tüfeğinin de süngüsünün de geçim derdindeki halka döndüğünün görüldüğünü söylemiştir. Hemen ertesi günü Antalya’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada Ecevit, Türk ordusu ile ilgili görüşlerini daha açık ortaya koymuştur. Ecevit öğretmenlere Türkiyede bir dikta tehlikesinin var olduğunu belirtmiştir. Bu dikta kuşkusuz ordudan gelecektir. Fakat Ecevit’e göre dikta örneğin Yunanistan’daki gibi bir yabancı oyun, bir yabancı tuzağı olacaktır. Bugünkü demokratik düzende dahi büyük güç sahibi bulunan ekonomik çevreler dikta ile çok daha güçlü hale gelecektir”. CHP Genel sekreteri Ecevit’in bütün söyledikleri doğru çıkmıştır.Bunların hepsi doğru çıkmıştır.1970 haziran ayından başlayarak Türkiyede yaşanan gelişmeler;15-16 haziran olayları,Ağustos 1970 Devalüasyonu ve bu gelişmelere bağlı olarak yaşananların Türkiyede “Tekerleği Derin İze” düşürdüğünü söyleyen Avcıoğlunun bu beklentilerden habersiz olduğunun düşünmek çok zor.

12 Martta böyle bir dikta olmuştur Türkiyede. 12 Eylülde daha da şiddetlisi olmuştur. 12 mart öncesinde bu bilgilerin-beklentilerin hiçbirinden yoksun değildir Doğan Bey. Bütün bu bilgilere sahip bir insanın aykırı bir yapılanma içinde bulunduğu u söyleyebilmek çok yanlış bir olay. Onun tavrı tümüyle o ulusal ordunun kayıp gitmemesidir. O ulusal ordunun kayıp gitmesinin nelere mal olduğunu geçen otu otuz beş yıl içinde hepimiz son derece somut bir biçimde yaşadık. Bu notu düşmeyi çok arzu ediyorum. Bunun söylenmesi gerekiyordu. Doğan Bey kendisi söyler, çok açık söylerdi. Beni demokrasi düşmanı gibi göstermek isteyenler amaçları son derece farklıdır diye. Ve şimdi bir ulusal ordu özleminin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu, ne kadar değerli bir şey olduğunu hepimiz çok daha net bir biçimde sanıyorum yaşıyoruz. 12 Eylülde yaşananları sonrasında yaşananları ve bugüne kadar gelen süreç içinde 12 Eylülün bize yaşattıklarını kabul edebiliyor muyuz?

Buradaki sorumlu kim. Buradaki sorumluları da biliyoruz. Ama o sorumluların hiç birine bugün dahi dokunamıyoruz. Hiçbirine dokunamıyoruz. Sıkıntı ve sorunun gerçek yüzü burada. Anlatmaya çalıştığı buydu Doğan Beyin. Anlatmaya çalıştığı buydu. Eğer o güç kayarsa, onu yeniden Cumhuriyetin kurluşunda yer alan Bağımsız Ordu mertebesine nasıl oturtabilirdik. Mesele ordaydı. Ve o güç kaydı. Bütün sıkıntı, bütün yaşadıklarımızın kökeninde yaştan da bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bunu özellikle vurgulamak istiyordum. Bunu vurguladıktan sonra Türkiye’nin Düzeni çalışmasına dönmek istiyorum ben.

Türkiye’nin Düzeni bu ülkede cumhuriyet döneminde yazılmış en önemli sosyolojik incelemedir. Takip eden 40 yıllık dönemde benzer bir çalışma yürütülebilmiş değildir. İstediğiniz dönemi açın. İsterseniz cumhuriyetin ilan edildiği yıllara ilişkin değerlendirmelerin olduğu bölümü açın, isterseniz hemen cumhuriyetin başlangıcındaki o coşkulu 1929–1939 dönemini açın, isterseniz takip eden dönemleri açın, hepsinde, hepsinde son derece zengin bir kaynağı bulacaksınız. Biz o zengin kaynakların büyük bir kısmına sahip değiliz. Yani 1980’den bu yana bu toplumda yaşanan değişimin ne olduğu konusunda bu denli değerli kaynaklara sahip olarak yapılmış bir çalışma ortaya konmadı. Özellikle Türk ekonomik yaşamına ve siyasi yaşamına ilişkin. Pek çok insanın bugün bile siyaset sahnesinde veya ekonomi sahnesinde , kim olduğunu, neyi ifade ettiğini anlamak istiyorsanız açın o sayfalara bakın. Türkiye’nin Düzeninin bütün kaygısı, bağımsız bir ülkenin iktisaden özgür bir ülkenin yeniden inşasının olabilirliğine ışık tutmaktır. Osmanlının son dönemini özellikle 1838 ticaret anlaşmasıyla başlayan son dönemini büyük bir hüzün içinde bütün ayrıntısıyla anlatır. Ve sürekli tekrarladığı eğer 1838 ticaret anlaşmasının getirdiği bu ticaret serbestisi olmasaydı farklı bir gelişme biçiminin imkânlarını da Türkiye yaşayabilirdi. O gün kaçırılmış olan fırsat Avcıoğluna göre,kurtuluş savaşıyla beraber kurulan Cumhuriyet ile yakalanmıştır.Özellikle Lozan ile gelmiş olan beş yıllık Gümrük Rejimi kısntılarınında sona erdiği 1929 yılı ile.Avcıoğlu, 1838’den 1929’a kadar Türkiye’nin gümrüklerine sahip olmadığı düşüncesine sahiptir. Türkiye gümrükleri üzerindeki denetimi başta İngiltere olmak üzere dış aleme terk etmiştir. Dolayısıyla dış ticaret de ona bağlı olarak da içerdeki üretim aşamasın da yapabileceği çok fazla bir şey kalmamıştır. 1838 ile 1929 arasında yani Lozan’daki kısıtlamaların bitip Türkiye’nin yeniden bir gümrük tarifesine kavuşması kadar geçen dönemde 1838’den itibaren Türkiyede bağımsız bir gümrük tarifesi yoktur. 1924’te Lozan’da belki buna kavuşamamıştır, beş yıllık bir geçici bir süre vardır. O beş yıllık geçici süre içinde de yaklaşık altı tane yabancı ülkenin ortaklaşa uyguladığı gümrük tarifeleri Türkiye’ye geçici bir dönem için dayatılmıştır ve Türkiye onu uygulamak mecburiyetinde kalmıştır.1929’dan sonra bağımsız kambiyo rejimi imkâna sahip olmuştur ve 1929 ile 1938 arasında yarattığı bağımsız iktisat politikaları içinde bu yeni kambiyo rejiminin araçlarını aktif bir biçimde kullanmıştır.Bu dönemde yaratılan altyapıyı Doğan Bey çok büyük coşkuyla karşılar.Bu dönemi ayrıntısı ile örnekler iken hedefi bunun daha sonra da sürdürülebilmesidir. Ama bunun 1947ile beraber bittiğini düşünür. Türkiye’nin emperyalist bir gücün elinde ulusalcı kalkınma imkânlarını peyderpey yitirdiği düşüncesi içindedir. Bunun yeniden kazanılabilmesi için bütün çabası bunun kazanılabilmesi içindir.

Türkiye’nin Düzeninin son bölümüne baktığımızda orda üç tane kalkınma modeli ile gündeme getirir. Bir tanesi kapitalist, diğeri Sovyetler birliğinde uygulanan merkezi planlamaya dayalı kalkınma modelidir, öbürü de kendisinin milliyetçi, ulusalcı kalkınma modeli adını verdiği modeldir. O modelin demokrasi koşulları içinde ya da onun tabiriyle Filipin tipi demokrasi koşulları içinde gerçekleşmeyeceğini düşünmektedir. Hedeflediği süre Türkiyede yirmi yıl içinde gerçek bir kalkınmanın başarılabileceği düşüncesidir. O yirmi yıllık süre içinde Doğan Beyin bu ciddi kalkınma sürecini sürdürebilecek güçlü iktidara ihtiyacı vardır. O nedenle de bağımsızlık anlayışını kaybetmemiş bir ulusal ordu, arka tarafta bekleyen çok önemli bir fonksiyon ifa edecektir. Ordu Avcıoğlunun öodelinde bu nedenle çok önemlidir. Yoksa tamamen toplumsal örgütlenmenin askeri kesim dışında kalan kesimlerle dayanışmasından vazgeçmiş bir anlayışa sahip değildir.Böyle bir toplumsal örgütlenme modeline dayalı kalkınma sürecinin yaşanabileceğini, olabileceğini söylüyordu Doğan Bey. Bunun için de çok ilginç bir örneği vardı. Onları da paylaşmak isterim sizinle. Çünkü bugünün koşullarında bu örnekler çok önemlidir. Doğan Beyin olmazlığını söylediği merkezi planlı ekonomiyi maalesef yirmi sene önce kaybettik biliyorsunuz, Sovyet bloku çöktü. Geçtiğimiz bir sene içinde de 200 yıldır tek alternatşif olarak sunulan son dönemde tek model olarak öne çıkartılan piyasa ekonomisini de kaybettik. Piyasa ekonomisi herhalde son yüz elli yıllık döneminin kötü örneklerini verdi. En ahlaksız örneklerini verdi. Ve hala daha piyasa adını anarak savunma imkânı olduğunu düşünen insanlar var. Son yüzyılın yaşanan en büyük ahlaksızlığı yaşamakta olduğumuz piyasa olayı. Doğan Bey orda bu iki modelin neden olmayacağını 40 yıl önce açıkca söylemiştir. Türkiye’ için kendisinin örnek aldığı model, milliyetci-ulusalcı bağımsız kalkınma modeli için o tarihte iki ülkeyi örnek verir. Bir tanesi Meksika diğeri Hindistan’dır. Ama Meksika konusunda da açık tereddütleri vardır. Çünkü kırk yedi sonrasının hegemon gücüne çok yakın olduğunu düşünür. Onun da her zaman için çok ciddi riskler altında olduğunu söyler ve Hindistan’ı ön plana çıkartır. Hindistan da bugün yaşanan ekonomik gelişmişlik durumunu 1968 yılında kaleme aldığı bu kitap ta bağımsız iktisat politikasının, bağımsız iktisat politikaları izlenebileceğinin göstergesi olarak ortaya koyar.

Türkiye 1958-1970 arasındaki bütün çabasından sonra, Türkiye önce 12 Martı arkasından 12 Eylülü yaşadığını gördü. 12 Eylülden kısa bir süre önce “Devrim ve Demokrasi Üzerine” kitabını kaleme almıştır. Bu kitabın girişindeki bölümü özgün bir yeniden değerlendirme bölümüdür. Diğer makalelerin büyük kısmı Devrim Dergisinde yayınlanmış makalelerdir. Doğan Bey kitabı baskı için 1979 aralık ayının sonunda matbaaya vermiştir. Beş ocakta askerler o zamanki cumhurbaşkanına bir mektup vermişlerdi. O mektubu ortaya çıkınca da o girişteki önsöze küçük bir dipnot düşmüştür. O dipnotta aynen şunu söylemektedir. Beş ocakta verilen bu muhtıradan sonra artık Türkiyede tekerlek derin ize düşmüştür. Bir müdahalenin çok yakın olduğunu tahmin etmektedir.. Bunu Ocak 198/0 tarihinde söylemiştir. Bu yeni değerlendirme çalışmasında, belli ipuçlarına dayanarak,kısa bir süre sonra 24 Ocak kararlarıyla Türkiye’ye getirilmek istenen modeli, Türkiye’yi neo-kolonyel sürükleniş içine sokacağının ifade eder. Neokolonyal bir sürüklenişin içine giriyoruz diyerek açıkça modelin temel ayaklarının ortaya koyar. Bu sürükleniş içinde kısa dönemde çok fazla umutlu olmayı gerektirecek nedenler yoktur. Bu dönem belli bir süre alacaktır der.

O dönem tam yirmi beş-otuz yılı aldı. Ve Avcıoğlunun orda tarif ettiği bütün süreci yaşadık. Bu yirmi sekiz yıl içinde. Bitirirken bir şey söylüyorum. Diyorum ki Türkiye’nin önündeki yol bu yaşanan modelin içinden çıkacaktır diyordu. Türkiye bugün bence üç aşağı beş yukarı bu kavşakta. Ve bu kavşakta Doğan Beyin söyledikleri geçerli yine. Bağımsız bir ülke olarak iktisat politikası araçlarına sahip kalkınmış bir Türkiye’yi yaratacak mısınız yoksa otuz yıldır veya Bretton Woods sistemine dahil olduğunuz 1947’den beri içinde yaşadığınız bütünüyle iktisat politikasını araçlarını kaybettiğiniz bir iktisat düzeni içinde bağımsızlığını yitirmiş, neokolonyal bir ülke olarak kalmaya devam mı edeceksiniz. Bu soruyu 1980 yılının başında çok net bir biçimde bir kez daha soruyordu. Uluç’un söylediği ben 2000’e kadar yaşayacağım ve bunları göreceğim sözü bir yerde buradan kaynaklanıyordu. Yani sözünü ettiği bu sürecin uluslar arası alanda da başarılı olamayacağını Türkiye için de geçerli olamayacağının ispatlanacağını göreceğini söylüyordu. 2000’e yetişmedi bu ama 2007’lere 2008’lere büyük ölçüde yetişti. Kendi önerdiği iktisadi kalkınma ve onun gerektirdiği yönetim biçimi konusunda Doğan Beyin ne kadar haklı olduğunu bu gün artık yaşanan kapitalizmin krizi içinde somut bir biçşimde bütün insanlar görüyor.

Merkezin, yani emperyalist sistemin merkezinin dışında kalan ülkeler için bu yolun ne kadar doğru, ne kadar gerçekçi ve ne kadar sağlıklı olduğunu bugün içinde yaşayarak hep birlikte görüyoruz. Bütün bu sonuçları uzun dönem tahminleri ile saptayabilmek ulaşabilmek için, bütün bu değerlendirmelere ulaşabilmek için kuşkusuz müthiş bir kaynak zenginliğine sahip olmak gerekiyordu, müthiş bir çalışma temposu gerekiyordu, müthiş bir özveri gerekiyordu. Bunların hepsi de Doğan Beyde vardı. Ve hiçbir zaman bu sahip olduğu özellikleri sakınmadı. Sonuna kadar kullandı. Ve hep üretti. Biraz önce söylediğim Türkiye’nin Düzeni benzeri bir çalışma yazılmadı-yazılamadı dediğim, gerçekten Doğan Beyin arkasından güzel şeyler söylemek için kendimi zorladığım bir şey değil ama gerçekten doğru. Buna yaklaşan bir tek sayın İsmail Beşikçi’nin Güneydoğu Anadolu’nun Düzeni oldu. Bir başka gerçekçi sosyolojik çalışma da oydu. Büyük ölçüde bakın. Başka denemeler, başka zorlamalar oldu. Erol ağabeyin söylediği, Uluç’un söylediği gibi aynı zamanda açık yüreklilikle ve hiç korkmadan yani ben cuntacıyım, ben demokrasi düşmanı diye suçlanırım, beni kötülerler diye bir düşünceye sahip olmadan bunları açık yüreklilikte söyleyen bir gerçek aydının yazdıklarının görüyoruz.

Kuşkusuz Türkiye’nin Düzeni gençler için çok önemli bir başucu kitabı. Bence mutlaka edinsinler. Günümüzde bir takım güncel olaylarda bazı isimler ortaya çıktığında açıp bir baksınlar bu kimmiş diye. Neyle ilişkili olarak ortaya çıkmış diyerek. Onlara çok büyük katkısı olacaktır. Ben Uluç Gürkan’ın elimden tutup götürmesiyle Devrim gazetesinin açılışından kapanışına kadar olan sürede çalışma imkânım oldu. Onu başlangıç döneminde Doğan Bey bana sadece okuduğu gazeteleri işaretlerdi ve işaretlediği yerleri kesip arşivlememi isterdi. Sekiz dokuz aya yakın sadece o işi yaptım. O kestiğim kupürleri koyduğum dosyalar o dosyaları kendi sınıflamıştı. Bana yaşamımın en önemli rehberi oldu. Hangi haber nereye, hangi dosyaya konmalı, hangi isimle ilgili haber nerde yer almalı. Pek çok şeyi o sayede öğrendim. O nedenle gençlere Türkiye’nin Düzeninin, bu ansiklopedik bilgi imkânını sağladığını unutmadığımı söylemek istiyorum. Doğan Bey gerçek cumhuriyetçiydi. En büyük özelliği oydu. Bütün istediği bu topraklar üstünde cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak yaşamasını sağlamaktı. Bağımsız, özgür, başı dik, kalkınmış bir ülke olarak. Çünkü onun inancında bu topraklarda çok zengin imkânlar vardı. Kendi tespitleri bile daha1968-69 yılı içindeki tespitleriyle, Türkiye kaynaklarının ona göre üçte ikisini israf etmekteydi. Oysa bunun en temel nedenlerinden bir tanesi bağımsız iktisat politikası izleyememiş olmasından kaynaklanıyordu. En çok önem verdiği konu bağımsızlık, bağımsız politikalar izleyebilmek ve bunu kesintisiz sağlayabilecek toplumsal örgütlenmenin gerçekleştirilmesiydi. Ben sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. (alkışlar)


İhsan Feyzibeyoğlu: Sürenin sonuna geldik. Sanırım sorularınız olacaktır.

Oktay Etiman: Bir şey…kameramanlar soru sorabiliyor mu?

İhsan Feyzibeyoğlu: Elbette. (gülüşmeler)

Oktay Etiman: Şimdi, Uluç arka…Uluç Gürkan’a bir şeyy…sormakla şey yapmak arası, beyan etmek arası bir şey. Hep böyle ben soru soracam deyip uzuuun uzun. Ben öyle yapmayacağım, hayır. Şimdi Doğan Avcıoğlu çok güzel tespitlerde bulunmuş. Tamam. Doğru. Fakat, bence Doğan Avcıoğlu’nun seninle kitabını varsa diye kopya, merdivenden çıktım nefesliyim, piyasada olduğunu…alırım zaten ben. Eyvallah ben…şimdi hocam Doğan Avcıoğlu’nun askeri yönetime ya da senin ibarenle diktaya karşı olduğunu söyledin. Yanılmıyorsam, biraz önce. Ve dedin ki Doğan Avcıoğlu’nun dikta konusunda yazdığı bir yazı vardır, dedin. Ve o yazıyı okudun. Eğer belleğim beni yanıltmıyorsam orda şöyle bir ibare geçiyor. Halka karşı olmayan ordu. Şimdi, halka karşı olmayan ordu, tek başın….ben Mümtaz hocanın öğrencisiyim, o beni tanımaz. Yani, birazcık siyasetten fazla anlamam ama, şimdi halka karşı olmayan öğrenci..bence…şey….ordu, bence çok önemli bir kavram ve aslında eğer Doğan Avcıoğlu orada askeri bir diktatörlüğe karşı olduğuna dair fikrini beyan ediyorsa bu kendisiyle çeliştiğini kanıtlar. Eğer ben doğru anladı isem. Çünkü aradan, yani Türk solu dergisi, devrim gazetesi 35-40 yıl geçti. Bu bir. Yanlış anladım isem dersiniz ki şöyledir. Bana göre Doğan Avcıoğlu ki Türkiye’nin tarihini kendisinin dışındaki insanlarla birlikte kaderleriyle birlikte etkilemiş bir insandır, değerli bir araştırmacıdır, ama değerli bir araştırmacıdır. Bir siyasi stratejist değildir. Benim ve arkadaşlarımın hayatları diyerek bir duygusal atmosfer yaratmak istemiyorum, ama eğer Deniz Gezmiş’e Mihri Belli yav, sırtını sıvayıp Kaddafi gibi adamsın, demişse ki ben buna tanık olmadım, ama öyle dendiği söylenir, Deniz’e. Şimdi siyasi bir stratejist olmadığı fakat çok iyi bir araştırmacı olduğu ve belki de o 60’lı yılların en önemli siyasi araştırmacısı olduğu kanaatindeyim. Ben, mesela bazı kitaplarda Doğan Avcıoğlu’ndan yapılan alıntıları gördüğüm zaman, okuduğum zaman şaşırıyorum, neden o zaman farkına varmamışım diye. Ve Doğan Avcıoğlu bence bulduğu hakikatlerin hepsini de teorisine, eğer böyle bir teorisi varsa, bunu siz daha iyi şey yapabilirsiniz, bilirsiniz, böyle bir teorisi varsa, oraya da tam yedirememiştir. Çünkü biraz önce sizin söylediğiniz gibi Türkiye 6i0’lı yıllarda çok özel bir anını yaşıyordu, yani moment, tarihsel momentini yaşıyordu ve bu momentte bir darbe beklentisi vardı, ama hangi taraf darbe yapacaktı. Elbette ki darbeyi faşist içerikli olmak…darbenin faşist içerikli olmasını engellemeye çalışmak tabii ki çok hoş bir durum. Ancak bence eksik olan Libya ile Mısır ile ya da kapitalist olmayan kalkınma yolunu izlemekte olduğu ifade edilen ülkelerle Türkiye’nin geliş…ulaşmış olduğu kapitalizm yolunda ulaşmış olduğu seviyeyi tam değerlendirememiş olmasıdır Doğan Avcıoğlu’nun siyasi stratejisini belirlerken. Benim söyleyeceğim bu. Sorum somut olarak acaba halka karşı olmayan ordu kavramını ben mi yanlış anladım, senin demin okuduğun metinde, yoksa…eğer öyle bir şey varsa ben diyorum ki yazı kendi içinde zaten bir çelişki taşıyor, fikir kendi içinde çelişki taşıyor. Bu çelişki de 60’lı yılların doğal bir sonucudur. Sadece Doğan Avcıoğlu’na özgü değildir. Yaygın bir çelişkidir bu. Dedim ve bitirdim. Özür dilerim.

Ses. Ben bu beyefendinin söylediklerini büyük bir gayretle dinledim ve hiçbir şey anlamadım.

Uluç Gürkan: Yani, ben anladım. Şöyle, önce. Halka karşı olduğu sözcüğünün sevgili Oktay nasıl anladığını ve nasıl yorumladığını, yani senin ne demek istediğini anladım, ama onu nereden çıkarttığını ve nasıl bir anlam yüklediğini bilmiyorum. Dikta yazısı burada.

Ses: Halkın desteklemediği bir ordu diyordu…

Uluç Gürkan: Hayır, efendim öyle bir şey yok. Bir askeri dikta çözüm değildir. Dediğim gibi Avcıoğlu sentezi dediğim olayı anlamak için bu yazı çok önemlidir. Nazif’in getirdiği açıklıkla da Avcıoğlu’nun çok önemli esprisi ordunun yitirilen ulusal karakterini yeniden kazan..(kelimenin sonunda sesi alçalıyor.net anlayamadım-o.e.) ve 12 Mart öncesine gelirken geliyorum diyen darbeye karşı yaklaşımı. Bir askeri dikta çözüm değildir. Halktan kopuk bir askeri yönetim…varsayım koy…(son heceyi alçak sesle söylüyor net anlaşılmadı-o.e.) tutucu güçler koalisyonu çemberini kıramayacağı gibi kendi iç çelişmeleri içinde çöküp gitmeye mahkûmdur. Ondan sonra Atatürk dönemi örneğini veriyor. Diyor ki, Türk ordusu ilerici bir güç olarak daima ön planda rol oynamıştır. Eğer tür….(üç kelime anlaşılmadı-o.e.) bir koalisyon tam ortaçağ karanlığına gömmeye cesaret edemiyorsa bu her şeyden önce Türk ordusunun devrimci bilincinden çekindiği içindir. Laik ve demokratik cumhuriyet konusundaki sağ duyusuna ?...bunun içindir diyor. Ama bir şey vurguluyor, Atatürkçü bu orduyu bakın ordu günlük politikanın dışında devrim politikasının içinde olmuştur. Partidir asıl olan, Cumhuriyet Halk Fırkası olarak ….ve kendi hayalinde orduyu günlük politikanın dışında tutuyor. Ama devrimin, aydınlanma devriminin, Kemalist devrimin arka planında olacak …(son kelimeleri alçak sesle söyledi net anlaşılmadı-o.e.) Burada hiçbir şey. Şurdan mı çıkarttın. Dava halkın partisi eliyle tutucu güçler koalisyonu, diktasına son vermek halkın partisi eliyle, do….partisi de yok ( net anlaşılmayan birkaç kelime-o.e.) ve yerine halkın diktasını yani gerçek demokrasiyi kurma davasıdır. Şimdi yazı çok net. Kendi içinde çelişkilidir dediği. Anlama…yani herhalde bir şey…takipte bizi çekmeye de çalıştığın için çektiğin kısa bir zorluk. Fakat ben aynen okudum. Aklımda kaldığı gibi aktarmadım. Dilim de o açıdan sürtmüş olmadı. (İ.F.’ye hitaben)İzin verirsen bir şey daha söyleyeyim. Doğan Avcıoğlu’nun doğru veya yanlış bir stratejist olduğu (son kelime net anlaşılamadı-o.e.) Nazif dedi ki Uluç elimden tutarak Devrime götürdü. Ben okuldan mezun olduktan sonra bir süre İstanbul’da Deniz Gezmiş, Mustafa Gürkan’ın oluşturduğu Devrimci Öğrenci Birliği gibi birlikte Milli Talebe….de birlikte bir süre geçirdim. Sonra bir türlü iş bulamıyorum. Ne kamu sınavına giriyorum, hakkımda açılmış davalar nedeniyle ne bir şey…Benim…Deniz Gezmiş bana dedi ki Ankara’da buluşalım seni Doğan Avcıoğlu’na götüreyim. Beni de Doğan Avcıoğlu’na getiren Deniz Gezmiş’ti. Deniz Gezmiş’e Mihri Belli, sanmıyorum, öyle bir laf etmiştir etmemiştir, ama Mihri Belli’nin etmiş olduğu varsayılan bir laf üzerinden Doğan Avcıoğlu’nun yanlış bir strateji kurduğu sonucuna varmak da sevgili Oktay (Oktay Etiman –araya girer-. Buradan varmadım) büyük bir haksızlıktır.

İhsan Feyzibeyoğlu: Çok teşekkürler. Hocam son sözü siz alır mısınız?

Mümtaz Soysal: Son sözü camiayı aklımda tutarak söyleyeyim. Üniversite. Yani Türk ordusu halktan kopuk ya da halka karşı ne zaman olabilir. Eğer dış etkiler onun üzerinde kaçınılmazlaşmışsa o zaman. Çünkü o dış etkiler niye var. Çünkü ordu ne kadar yurtsever, ne kadar askeri bakımdan, strateji bakımından iyi yetişmiş olursa olsun ordu girdiği savaşlarda ya da girmeden de kendisinin başarılı olduğunu bir rolünün olduğunu ve gücünün her zaman egemen olabileceğini düşünen bir kurumdur. Yani ordu kazanmak ister. Yenilmek üzere yetişmez ordu. Bugünün dünyasında da teknolojiyle. Ordumuz bu teknolojik bağımlılık dolayısıyla ya da zayıflık dolayısıyla ister istemez Amerikan etkisi altında kalmaktadır. Ama son günlerde, son yıllarda çok umut verici bir şey var. Kendi teknolojik bağımsızlığını elde etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, bunun için bir şeyler yapmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de ister istemez gene bazı ipuçlarını ordan alacak , onun etkisi aslında kalacak ama böyle bir bağımsızlık kavramı varsa yani …? Bakımdan da bağımsız olacağım diyorsa bunun yolları üzerinde iyi düşünebiliyorsa üniversite de ? bunları gösterebiliyorsa ordunun üniversite ile işbirliği böyle bir zeminde gelişiyorsa o…? da Türkiye’nin istikbali açıktır. Yoksa teknolojik bakımdan biz üniversitelerde ya da ordunun içinde ya da araştırma geliştirme kurumlarında bu teknolojik bağımsızlığı elde edemiyorsak, kendimiz yaratamıyorsak başkalarının teknolojisini kullanmak zorunda kalıyorsak. Sanayimiz de daha çok kat…vs. bakımından oraya bağlı ise yani yaratıcılık yoksa bu süreci yenmek çok zordur. Onun için bu bağlılık devam ettiği sürece de ister istemez onların kurumlarında o temaslarda kendisine bu çeşit düşünceler aktarılacaktır. Ve sonuçta da halkına ters düşebilir. Halkına ters düşmemesi için teknolojik bağımsızlığın öne çıkarılması gerekir. Belki beklenmedik bir yeden bağlıyorum, ama eğer tam bağımsızlıktan söz ediyorsak bunun içinde bir düşünce bağımsızlığı varsa ve bunun içinde de halkına ters düşmemek gibi bir düşünce bağımsızlığıyla elde edilebilecek ve sürdürülebilecek bir kavram varsa bu kavramın ayakta kalması ve arkasında bir ordu gücünü hissetmesi ordunun da bağımsızlaşması sayesinde olabilir. Ordumuz bu bakımdan ileri teknolojilerde bağımsız değil. Ama olabiliyor. Bazı ileri atılmış adımlar var Aselsan gibi ya da şimdi kendi başına, bütün teknolojisi kendinden yaratılmış bir gemi yapabilmek gibi. Bunlar çok doğru kavramlar ve bunlar üzerinde bence yoğunlaşmak ve üniversiteleri de buna yönlendirmek, ordu ile üniversite arasında bu bağımsız cumhuriyet kavramı bakımından bir ilişki kurabilmek gerekir. …ordunun ki bir ölçüde o da yapılıyor zannediyorum, kendisinin bir üniversite ….(sandalye çekildi birkaç kelime anlaşılamadı-o.e.) ki zaten bir okuldun eskiden beri, ama kendisinin bir üniversite olarak İngilizceden falan vazgeçtik, o İngilizce öğretim yapmak demek, İngilizce kitapları okuyup onların etkisinde kalmak demektir. Eğitimimizde son derece yanlış şeyler yapıldı. Bu İngilizce öğretim yerine İngilizceyi öğrenmek ama bağımsız kafalarla onları okumak alışkanlığı bir kurabilsek Türkiye ancak o zaman bağımsızlaşır ve o zaman hep o söylediğimiz halkın içinden çıkan ordu kendi halkına ters düşmez. Düşebiliyor. Yani uluslar arası durumlar dolayısıyla düşebiliyor. Zannediyorum kritik nokta budur. Ama bu başlı başına yıllarca, saatlerce tartışılacak bir konudur. İsterseniz daha fazla uzatmamak için burada keseyim. (alkışlar)..

İhsan Feyzibeyoğlu: Teşekkür ederiz….