23 Şubat 2009 Pazartesi

İlker AĞCA

İlker AĞCA

Telefonun öteki ucundan gelen ses, tam 27 yıldan beri karşılaşmadığım birine aitti. Duymadığım, görmediğim, nerde ve ne halde olduğunu bilmediğim birine. Ömrümüzün yarıdan çoğunu birbirimizden habersiz geçirmiştik. Yaşam koşulları her ikimize de kesişmeyen çizgilerle yürümeyi dayatmıştı. Hercümerç içinde akıp giden yıllar, yaşanmış birlikteliklere olan vefa duygularımızı da bastırmış olmalı ki, ne ben onu,ne de o beni arayıp sormamıştık. “Merhaba Muharrem” diye gürlediğinde, içimi sızlatan ilk duygu, çeyrek asrı aşkın bir süredir onunla karşılaşmamış olmaktan ötürü duyduğum eziklik ve hayıflanma oldu.
Ancak, gençlik öyle bir yaşam evresi ki, sadece kendisi değil, bellekteki küllenmiş anıları da en küçük bir dokunuşla rengarenk sökün ediyor. Onlarca yılın ardından tanıdık bir kahkaha ya da içten bir hitap, uyuklayan anılara ansızın can veriyor.
“Alo” sesiyle birlikte gençlik arkadaşımızın sevgiyle ışıldayan gözleri, kalabalıklar arasından kolayca seçilen fidan boylu endamı geliyor aklımıza. Yapmacıksız, kaçamaksız, ikirciksiz kişiliği, huzur veren bir sıcaklıkla sarıp sarmalıyor sizi. Üçüncü çoğul şahıs sözcüklerin, mesafeli soğukluğu uçup gidiyor. Artık ne resmiyet donukluğu, ne de uzayan kopukluk yıllarının gölgesi engelleyebilir sizi. Kendinizi, kendinizden de iyi tanıdığınız bu dostluk deryasına özgürce ve güvenle bırakabilirsiniz. Çünkü kılı kırk yarma zahmetine girmeden ulaşılabilecek en insanca zerafeti ve sevgiyi bu deryada bulabilirsiniz.
Üç yıl önce İlker “Alo” diye ses verdiğinde bunları yaşamıştım. Dosdoğru İlker sayesinde dostluk ve arkadaşlık denen şeyin gücünü yeniden anımsamıştım. Bazı arkadaşlar ile vakıf kurmayı tasarladıklarını söylemişti. Doğrusu onun, karanlık hiç bir nokta bırakmayan o ayrıntılı ve şeffaf anlatımını çok iyi bildiğimden, ilk cümlenin ardından “Evet” deyivermiştim. Neden, niçin, nasıl diye düşünmek gereksizdi. Arkadaşlar düşünmüş, İlker iletmişti. Bu yeterliydi.
Böylece İlker ile yollarımız üçüncü kez kesişiyordu. İlkinde 1965’in Eylül gününde ODTÜ hazırlıkta karşılaşmıştık. Saat 12.00’de son ders bittiğinde barakalardan eski yemekhaneye doğru sıra kapmak için koşuştururken rastlaşırdık. Koridorlarda göz göze gelirdik. Kimi zaman onu servis otobüslerine başını eğerek girişinden ve her zaman “Ben buradayım” diyen sesinden tanıyordum. Sivas şivesi sadece sözcüklerine değil ses tonuna da yansımıştı.
Yollarımız ikinci kez, 3 Kasım 1965’te Mülkiye’nin yeni ders yılı açılış töreninde buluştu. Eski anfide İlker de vardı. O da benim gibi Mülkiye’ye gelmişti. Yeni okula ısınmam için bir nedenim daha olmuştu. ODTÜ’deki 45 günlük birlikteliğimiz, daha doğrusu göz ve kulak aşinalığımız, bana sanki çok eski ve uzun bir dostluk gibi görünmüştü.
O günden sonra birbirimize sevgi ve güvenin azaldığına hiç tanık olmadım. Zaten çeyrek asırlık kopukluktan sonra bile elde kalan biricik gerçeğin işte bu huzur dolu arkadaşlık ilişkisi olduğunu en iyi İlker’de yaşadım.
Onun tertemiz yüreği 13 Ağustos gecesi durdu. Ama hiç kuşkum yok, Nurdan’a, Elif’e ve Emrah’a yaşam boyu güç verecek olan bu yürek, dostluk denen kalıcı erdemin de en parlak örneği olarak bizler için çarpacak. Bir insan geride, sevdiklerine bundan daha değerli ne bırakabilir ki? İlker’in 13 Ağustos gecesi duran yüreği hepimiz için bir öncü deprem de olsa, depremin tahribatını önlemenin en iyi yolu aynı türden miraslarla insanlığı zenginleştirmek ve şu yaşanası dünyayı güzelleştirmek değil mi?

Muharrem KILIÇ
Alaçatı 6 Eylül 1999

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder