18 Ocak 2008 Cuma

Yıl 1973 Mülkiye Yurdu Kırıkkaleli Mekan ve Süreyya

Sevgili Dostlar,
Yıl; 1972 -73... Yıne bir Ocak yada MayısAyı gecesi..Mekan..;Mekanın hiç degişmeyen Mekanı, yani Güzel Okulumuzun güzel Yurdu..Saat: benim saatim hernekadar 9.O5 gösteriyor ise de , vakit gece yarısını hafif geçmiş olmalı.. (şaşırmayın.. Ben saatsiz gezmedim ama saatim her zaman 9.O5 gösterir idi. yine şaşırdınız degilmi? çünkü, saatim bozuktu.. Gayet normal ..bozuk saat çalışmaz..)
Kantin kapatıldı.. bende elimde bir bardak çayla, yine "lastMAN" ( yahu ..hakikaten ben ne zaman "süperMAN'' olacagım.. yoksa hep lastmanmı kalacagım .. Söylermisin Erol Akın...Söylermisin Bahri Öktem.. Bu benim degişmeyen kaderim mi?) olarak agır ve emin adımlarla, kantin den uzaklaşırken..odayamı çıksam..? Aşagıda biraz dahamı kalsam..?kararszlıgınıda için için taşımaktan da yorulmuştumki.. Baktım..
Şanz elizenin, Kantin merdivenlerine yakın cam kenarında bir masada İki kız arkadaşım son çaylarını yudumluyorlar... Güzeeel..(bu bayanlar Mülkiyeli degildiler.. Ama yurt'ta kalıyorlardı..)
"Aaaa.. Merhabaaa.. Ne güzel degilmi ben de tam...??" derken....
Kısa sarışın olanı, ayaga kalkıp, bana bakmadan arkadaşına.." ben yukarı çıkıyorum Ela göz." dedi.. ; yukarı çıkmasının bence herhangibir sakıncası yoktu zaten....
Biz çayımızı, sohbet uzasın diye.. Hürol Kaptanın 10 yıl önceki araba kullanışı gibi en yavaş biçimde içiyoruz .(bizim Hürol Kaptanın Beyaz dandik bir arabası vardı.. Bu arabanın Km. ibresi en fazla 20 Km. ye kadar yükselebilmiş oldugundan Bir müddet sonra bu noktada pas tutmuştu .. Burdur- İncebeli büyük gayretle 4 saatte geçitiğinde, Kaptan daha önceki 4 saat 12 dakikalık rekorunu egale etmişti.. -( laf aramızda 5 arabalık konvoyumuzunda başında Kaptan ve Onun Beyaz Renosu vardı..-Ne günlerdi.. O günler..)
Laf lafı kovalarken, bir ara etrafa göz attım bizden başka kimse kalmamıştı.. tam bu esnada arkamdan iki kol beni kavradıgı gibi havaya kaldırdı..Bıraktı. "Nol'uyoruz" dedim ama bu kez içimden degil bagırarak söyledim..
Benim Tarsuslu arkadaşım olan.. Savaş Özkan ( Mülkiyeliler arasında Bu zarif arkadaşıma "ayı Savaş" dahi diyenler vardı nedense?) Gecenin bir yarısı nerden geliyorsa geliyor .. Benim yanımdan geçerken de, bana sarılarak kendine göre şefkat gösterisinde bulunuyor.. Dolayısıyla bu şekilde bana "iyi geceler.." diyor..
Neyse Hikayemize döner isek,
Savaş beni yere bırakır bırakmaz ( Şu gerçegi burada söylemeden edemiyecegim;Bu mektepte benimle tek "el şakası" yapabilen kişi bu Savaş Özkan'dır.) Hah..ha..ha.." şeklinde kahkalar atarak merdivenlere dogru kaçmaya başladı..Bende aynı süratle peşinde segirttim tabi..Vee Asansöre yakın olan inekhanenin önünde yetişip yakaladım...Paça kasnak.. Bizim Savaşı yaslandıgı kolum kalınlıgında ki korkuluklardan kaldırdım aşagı bıraktım..
Sonrada İçimizdeki "biz ne yaptık ulan sesiyle içimizde dalga dalga yükselen korkumuzu " Fatihin İstanbul surlarından, muzaffer eda ile aşagılara baktıgı gibi, bir hava vererek gizleyip, aşagıya baktım..
Aşagıda gördügüm Ne mi idi?.. Savaş iki dirsegi ile yere dayanmış yüzü yukarı dogru, gamzeli yanaklarına kadar yayılan bir gülümseme ile kalın bıyıklarının arasında dişlerinide göstererek bana bakıyordu..
Aynı andada masada bıraktıgım kızcagız donmuş kalmış, bende rezil olmuştum.."Ulan Savaş şu şakalarını neden kız arkadaşlarla konuşurken yaparsın" gibi bir düşünceninde agır yüküne ragmen, son sürat asansörüde beklemeden merdivenleri atlayarak odama dogru koştururken, aşagıdan Savaşın; "Bunu sana ödetecegim.. İntikamım acı olacak. Sen göreceksin Mekan.." şeklinde ava avaz bagırdıgınıda duyuyordum..
8 kişilik odama ışıgı yakmadan yatmak amacı ile kapıdan içeri süzüldüğümde, ayın ışıgında yatakların hepsinin insanlarla dolu oldugunu vede benim yatagımdada birisinin uyudugunu farkettim..Ne olacaktı.. şimdi.....Koridora çıktım.. yola bakan tarafta Sevgili Tugrul Yılmaz'ın odasına aynı yöntemle ışıgı yakmadan süzüldüm.. Bunların içlerinde Halil Ergun'unda oldugu bir gurup arkadaş olarak bu odada yattıklarını, Tugrul Hariç diğerlerinin odaya Çok nadiren geldiklerini, dolayısıyla tugrul'un yalnız oldugunu biliyordum.. Tugrulu uyandırmadan sezsizce yataga öylece uzandım.(Demekki Cengiz Özkan'a ulaşan "postal" tevatürü dogru imiş .. Bu gerçegide şu an anlamış olmaktayım.).
Birden bir kadın sesi ile yataktan fırlamak isterken, "Mekan..Mekan Yaşıyorsun..Yaşıyorsun.." şeklindeki bu sesin yanında birde bir çift güzel ela renkli kadın gözü ile burun buruna geldim..Heyecanla yine "No'luyoruz.. Yahu" dedim ..
Kız çocugunun erkekler tarafında ne işi var .. sen nasıl geldin buraya asansörlemi? yoksa merdivenlerden mi? gibi şaşkınlıktan saçma sapan sorular soruyordumki..O anda da bizim Katlar Yüksek Sorumlusu gözlüklü Selami'nin, gözündeki gözlügü ile birlikte 2-3 kişi daha yanında, ardına kadar açık kapının önünde digelip, yerde yatan bana ve benim üstüme egilmiş aglayan kızcağıza bomboş gözlerle baktıklarını farkettim...
Heyacanım ve şaşkınlıgım bir anda dehşete dönüşmüştü.... "yandın aslanım Mekan ..Kızıda yaktın.. Hadi bakayım..nasıl izah edecegim bu durumu.. " gibi düşünceler aklımdan geçerken, bir taraftanda Selami ve Şürekasına "Ne var? ne Bakıyorsunuz? burada Ayı mı oynatıyoruz..?"diye bas bas bagırıp, psikolojik üstünlügü ele geçiriyor ve kararlı sesimle de bana bir şeyler anlatmaya çalışan Ela göz'e kantine inmesini, benim de 5 dakka sonra orada olacagımı söylüyordum..
Oda kapısını bu kalabalıgın arkasından kapatıp, bir sigara yakıp.. disiplinemi artık nereye ise , uyduracagım yalanların senaryosunu çalışmaya başladım.. Çünkü gerçegi söylesem kimse inanmayacak.. herkesi güldürecektim.. Bu kesindi..
Aşagı indim Kantine dogru giderken, rastladıgım bazı arkadaşlarım bir şeyler söylemek için daha agızlarını açmadan.. ben "Homur.. Homur.." sesini çıkarınca geriye çekiliyorlardı.. Kantine girip, hemen Şaziyenin yanına oturdum ve "Ne yapacagız şimdi."Anlat..! niye Odamı bastın..?" Ve O da anlattı..
Benden 1-2 sınıf üstte benim Kırıkkaleli bir arkadaşım Olan Süreyya, Sabaha karşı mektubunu yazıp, Köpekköy tarafındaki odamın balkonundankendini asagı atıp, intihar ediyor. Süreyya (nurlar içinde yatsın) kendi odasında da yatmadıgı için oda arkadaşları bilmiyor.. İntihar edecegi odayada herkes uyuduktan sonra girdiği için, bu oda sakinleride bilmiyor. Yatagın sahibininde nasıl olsa başının çaresine bakacagını, yatagına yatanı uykusundan kaldırmıyacagını da süreyya biliyor ve kusursuz planını yapıyor.. uyguluyor..
Cenaze süratle kaldırılırken ölenin ismi belirtilmiyor ,sadece "Kırıkkale"li oldugu söyleniyor.. o tarafta yatan tek kırıkkaleli de bendeniz oluyorum. daha dogrusu zannediliyorum tabiki.. Benim ela gözlü arkadaşım da bir gece önce pek tanımadıgı bizim savaşın ölüm tehdidini ciddiye alıp, "Mekan savaşı birinci kattan attı. Savaşta gidip ,mekanı 3. kattan attı " diye düşünüp, rastladıgı herkesede bu şekilde anlatınca.. herkes benim intihar ettiğimi sanıyor..
Tam o sırada, erken kalkıp, dışarı çıkmakta olan Tugrulda birisine yarım agız "ben çıkarken mekan benim odada uyuyordu.yoksa o mekan degilmiydi, Ama Mekanın postalını giymiş başkasıda olabilirmi.. acaba..?" gibi tugrulca konuşup ortalıgı iyice karıştırınca, Kızcagız tugrulun oda numarasını ögrenip, yanınada gözlüklü Selamiyi alıp, ..Odaya baskın veriyor..
Ben Şimdi Ne diyeyim..Ah Tarsuslu Savaş..Ah.., Ah ela göz ah..mı? yoksa.. Ahh.Kırıkkaleli Süreyya Kardeş Ah.. niye yaptın böyle bir şeyi..Nasıl kıydın gençliğine..
Biz senle yanyana birlikte yaşadık.. ama vallahi hiç sana dikkat etmedik.. Öyleyse.. Vah..Sana Kırıkkaleli Mekan Vah sana...
Hepinize Sevgi ve saygılar..

Mekan..

16 Ocak 2008 Çarşamba

bir cemal süreya akşamı















düzenleyenler
mülkiyeliler birliği
bilay-bilgi araştırma ve yönetim vakfı

konuşmacılar
mehmet aydın
mustafa şerif onaran
muzaffer ilhan erdost
nazif ekzen
lemi özgen
eren aysan

şiirler
tuncer yığcı

yöneten
ihsan feyzibeyoğlu

yer ve zaman
mülkiyeliler birliği
16 ocak 2008 çarşamba
saat 17:30
*
İHSAN FEYZİBEYOĞLU-
Hoşgeldiniz,
Bu akşam burada bir şairi anmak için buluştuk.
Sadece bir şairi değil, Mülkiyeli bir abimizi, başı dik alnı açık bir bürokratı, hem çizgiler hem kelimelerle portreler çizen usta bir ressam-yazarı, hayatının büyük bir kısmını deneme, eleştiri, günlük yazmaya, çeviri yapmaya, dergi yayınlamaya adayan; ’Kişiyi yaptığı iş belirler. Kasap defteri tutarsan kasap deftercisi olursun.’ deyip edebiyatı asıl meslek seçen bir yazın erini.
100 Aşk Şiiri, Nazım Hikmet-Seçmeler ve Hasretinden Prangalar Eskittim gibi kitaplara yazdığı önsözlerde, sadece bu kitaplardaki şairleri değil, Türk şiirini ve edebiyatını da olağanüstü bir ustalıkla değerlendiren, tahlil eden bir eleştirmeni.
Şiirleri okul kitaplarına girmeyen ama Türk ve dünya şiirini ve edebiyatını çok iyi bilen, özümseyen, evrensele ulaşan bir şairi.
‘Şiir dil işidir. Dilde yangınlar yaratma sanatıdır. Tutku ve jesttir. Şiir ülkemizde bir hayat biçimidir, Anadolu insanını, Türkiye’yi en çok şiir özetler. Halk türkülerini ve alaturka şarkıları hiç sevmeyen kişi şair olamaz, şiirden tam bir tat alamaz’ diyen, ‘Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısı’na eşlik eden, şiirin hayatın kendisi olduğunu düşünen.
Hüznün kuşlarını canıyla besleyen, ‘mutluluk nasıl da dayanıksız’ diyen.
İçlenmek zenaatında ne usta olduğu bilinen, içmek zenaatında da. Şu şartla: ‘Sevme engelli kimseler içki içmesinler.’
Şeker Ahmet Paşa'nın resimlerini, eski hececilerin şiirlerini bir de, çok seven. Bir de Türkçeyi: ‘Türkçeden bir kıl kopar, içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar, vardır. Ama Türkçeden koparacaksın.’
Küçük kalbindeki kuş yedi yaşındayken ölen, gençliği esaslı kederler içinde geçen bir şairi.
Yirmili yaşlarında, soluğu, sevgilisinin, her telinde bir kalp çarpan kumral saçlarının göklerinde, kırmızı bir kuş olan; doğma büyüme uzunminareli; ellili yaşlarında, rastlamak istediği bütün eski kızların yaşlanmış olmasından yakınan bir aşk ehlini.
Hiçbir semtte berberi olmayan bir göçebeyi: Dersim sürgünlüğünden gurbet ermişliğine.
Bir celaliyi; son şiirinde ölümü, son yazısında belirsizliği yazan bir bilgeyi.
Ülkemizin, en çok bilinen, en çok konuşulan, en çok okunan, toplumcu ve insancıl aydınlarından birini.
Ve çok sevilen bir insanı: Bu söyleşiyi düzenlemeye karar verdiğimizde, onu ve edebi kişiliğini, onunla birlikte, Türk edebiyatını ve Türk şiirini en iyi bildiklerine ve bunları bize en iyi anlatacaklarına inandığımız kişilerden, aklımıza ilk gelenleri davet ettik. Zemheriye rağmen hepsi kabul ettiler. Kendilerine hepiniz adına teşekkür ediyorum.
Konuşma süreleri zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle –yoksuluz, akşamlarımız çok kısa, dört nala konuşmak lazım- 10, en fazla 15’er dakika. Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Sayın Tuncer Yığcı her konuşmacıdan sonra Cemal Süreya’nın şiirlerini seslendirecek.
İlk söz Sayın Mehmet Aydın’ın. Buyurunuz Hocam.
MEHMET AYDIN- Efendim, 5 şiir, 13 düzyazı, 1 şiir seçkisi ve 4 tane de tercüme kitabı sahibi olan büyük şair Cemal Süreya , gerçekten ülkemizin, edebiyatımızın bir yüz akıdır. Başlangıçta Fazıl Hüsnü Dağlarca, Melih Cevdet Anday ve Atilla İlhan’dan ilham almış, onun etkilerinde kalmış, daha sonra Fransız şairlerinden Max Jagop, Apollinaire, Rinbaud ve Aragon’dan etkilenmiştir. Aragon’dan özellikle şu öğeleri alır: Birincisi, özlerdeki yenililiği, yenilik unsurlarını getirmeye çalışmış, isyanı, isyan unsurunu getirmeye çalışmış, daha sonra her kesin kullandığı sözcüklerin dışında sözcükler kullanma yöntemini Aragon’dan almış gerçekten seçkin bir şair.
Cemal Süreya , “Garipçiler” akımına bir tepki olarak doğan İkinci Yeni akımının en etkin ve seçkin kurucuları arasında yer alır. O dönemde İkinci Yeni hareketini kimin öne çıkardığı meselesi de tartışma konusudur. Birincisi, şair Sabahattin Teoman ve Muvaffak Sami Onat, 1948’li yıllarda kendilerinin İkinci Yeni’yi başlattıklarını iddia ederler. Arkadan Oktay Rıfat, 1956’da çıkardığı “Perçemli Sokak” adlı şiir kitabının önsözünde İkinci Yeni’nin sahibinin kendisi olduğunu belirtti. Ancak İkinci Yeni hareketi ya da akımı 1950’lerde ortaya çıkmıştır. Bunu en güzel bir şekilde, doğru olarak Muzaffer Erdost, isim babası olarak İkinci Yeni hareketini gerçekten ortaya atan bir yazarımız ve düşünürümüzdür. Bu yeni hareketin kurucuları, imgeye, yazınsal sanata, biçeme, bireysel dile ve lirizme yeniden dönmüşlerdir. Garipçilerin elinde artık tıkanmaya yüz tutmuş şiiri usul denetiminden, nükte ve folklardan, salt toplumsal sorunlardan uzaklaştırmayı amaçlamışlardır. İkinci Yeni akımı içerisine giren şairleri hemen hemen hepimiz de biliriz, ama bir kere daha burada tekrar ediyorum: Oktay Rıfat, Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Cemal Süreya , Sezai Karakoç, Tevfik Akdağ ve Yılmaz Gruda’dır.
İşte Cemal Süreya , şiir alanındaki ilk denemelerinde özellikle duyguyla çağrışımlara yaslanıyor. Yoksul kitleler yerine, daha çok aydın azınlığa seslenmeyi yeğler. Cemal Süreya’nın ilk şiirlerinde biçim kaygısı ağır basar. Daha sonraki ürünlerinde insani öze, yeni söyleyişlere, diplerde belirginleşen tarih içindeki uygarlıklara ve varoluşlara yönelir. Ona göre şiir, tümüyle bir dil işidir. Ancak İkinci Yeni’nin salt sözcük oyunlarına ve imge fetişizmine kayması üzerine, klasik yapıyla çağdaş yapıyı ustalıkla bir bütünlüğe kavuşturmayı Cemal Süreya başarmıştır. O, sanatsal imgelerin kuruluşuna yeni yöntemler getirmeyi dener, gerçekliği ve aşkı çok boyutlu olarak ele alıp onları her yönüyle zenginleştirmeye çalışır. Özellikle daha eskiden şairlerin kullandıkları görsel, işitsel tatsal, dokunsal imgeler yanında, zihinsel imgelere yer vermek suretiyle daha ileri bir adım atar. Örneğin “Kısa” adlı bir şiirinde şöyle diyor: “Hayat kısa / Kuşlar uçuyor.” Burada iki evren arasında dolayımlı bir bağlantı kurmaya çalışır.
Ayrıca sadece sözcükleri, terimleri ve imgeleri değil, hemen hemen kavramları da değiştirme yoluna gider. Denemelerinde hepimizin bildiği hoşgörüye yeni anlamlar katmıştır. Hoşgörüyü biz bağışlamak anlamında kabul ederiz öteden beri. O, şunları ilave ediyor: Anlayışlı davranmak, kabul etmek, katlanmak, işi çekimserliğe vurmak gibi birtakım yeni anlamlar kazandırmış oluyor.
Tarihin akışına doğru tanılar koyduysa da, onların insanlarca değiştirileceği gerçeğini vurgulayamadı, bu konuda salt saptamalarla yetindi. Bu yüzden, kendisine eleştirel gerçekçi ya da sanat gerçekçisi şeklinde bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Cemal Süreya , sürekli bir ikilem içerisindedir. Hangi konularda? Yalınlıkla yoğunluk, düzyazıyla şiir, bütün ile parça, konuşma diliyle kültür dili, somutla soyut ve bireyselle toplumsal görüşleri iç içe ve bir arada yansıtır. Bu tutumu bir geçiş döneminde yetişmiş olmasından ileri gelir sanıyorum. “Ben, düşüncelerimde bir çelişkiye düştüm” diyerek bu konuyu kendisi de itiraf etmektedir.
Cemal Süreya’nın babası ikinci bir hanım getirmiş, bu hanım son derece titiz ve didişken bir kadın, kız kardeşi ondan çok çekmiştir. Bu yüzden, kadınlara olan bir eğilimini görüyoruz. Bu konuda kendisine edebiyatımızda erotik şair adı verilmiştir. Yalnız, erotizm, aşkın pornodan, müstehcenlikten, kaba yaklaşımdan uzak, sanat ve estetik açıdan anlatılması anlamına gelir. Bu terim, Batıda önce din dışı cinsel eğilimlere dayalı bir anlatımın karşılığı olması şeklinde kullanılıyordu. Daha sonra, 18. Yüzyılda öyküsel şiire yöneldi ve öyküsel şiirden yaşam öyküsel ve öyküleri şiirle karıştırarak bir öyküsel şiir geleneği ortaya çıktı. İşte Cemal Süreya da 18. Yüzyıldaki bu akımdan etkilenerek erotik şiire yöneldi. Ancak onun erotizmi, öykülerin ağırlığını dolaylamalar ve soyutlamalarla tamamen ortadan kaldırmıştır. Gerçekten bu öykü anlamı tamamen sıfıra indirgenmiş, şiirsel bir dil haline getirmiştir.
Kadınları betimler. Kadının yüzünü resim tablolarına benzetir, gözlerini güneş sarnıcına, ellerini devinekli trenlere, etini dokundukça çoğalan varlıklara, bacaklarını aslan heykellerine, boynunu kuğulara, çözülmüş saçlarını uçan güvercinlere, göğüslerini elma ve portakallara, uçlarını kuşlara benzetiyor ve kabarıklığını da gökyüzüne benzetiyor. Ancak Cemal Süreya , bizim edebiyatımızda -ki divan edebiyatında kişiliksizdir edebiyat- ilk kez kadınlarda kişiliği öne çıkarmış ve kadının gerçek yüzünü, gerçek hayatını, gerçek serüvenini dile getirmeye çalışmıştır. Geceyi, çiçekleri, gülü, ağacı, deniz ve nehirleri kadının simgesi olarak işlemek suretiyle kadınları son derece yüceltir. O halde Cemal Süreya’nın büyüklüğü, kadın dünyasını en yüce noktasına kadar çıkarması ve gerçeklere yeni anlamlar, yeni yaratılar, yeni şıklar, yeni öğeler getirmiş olmasıdır.
Kadınların davranışlarını da değerlendirmeye çalışıyor. Kadınların bu taraflarını dile getirirken, sevişken, alıngan, umutsuz sevdalara kapılmış, çocuksu, incelik dolu, konuşkan, yürekli, güleç, kıvıl kıvıl, ellerinde güzel kadehler tutan yanlarını betimler. Ancak Cemal Süreya , daha ziyade aydınları ve aydın kadınlarını dile getirir. Orta Anadolu ve köylü kadınlarını olduğu gibi saptama gerçekçiliğiyle dile getirmeye çalışır. Oysa aydın kadını, şehirli kadınını son derece incelik ve rafine bir şekilde dile getirmeye çalışır.
Bunun dışında, Cemal Süreya , ele aldığı bir konuyu hayatın bütün boyutlarıyla dile getirmeye çalışır. Hepimizin bildiği “Gül” şiiri şöyledir: Önce bir hayat kadını, akşamüzeri güzel atar; vakit akşamdır, gül atar. Bu simgesel bir şekilde “arkamdan gel” demektir ve arkasından gider şair, beraber olurlar bir gece ve burada hayatın çeşitli safhalarını ve birleşmenin güzelliklerini anlatmaya çalışır. Ondan sonra, yine bizim toplumumuzun böyle bir kadın karşısında nasıl davranacağını dile getirir. Daha sonra, bir iletiyle şiirini tamamlamaya çalışır. Burada “Gül” olarak nitelediği kadın kişisel değil, ama şiirin adını da, kadının adını da “Gül” olarak nitelemiştir. Şöyle diyor: “Gül’ün tam ortasında ağlıyorum / Her akşam sokak ortasında öldükçe / Önümü arkamı bilmiyorum / Azaldığını duyup duyup karanlıkta / Beni ayakta tutan gözlerini / Ellerini alıyorum / Sabaha kadar seviyorum / Ellerin beyaz, tekrar beyaz, tekrar beyaz, tekrar beyaz / Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum.” “Elleri bembeyazdı” demiyor, burada çok güzel bir şekilde değişik bir deyim, değişik bir söyleyişle bunu kapatmaya çalışıyor. Ondan sonra “bir kan oluyor, bir kıyamet” diyor. Burada bizim toplumumuzun erkeğine düşen bir şey, onu nasıl kirleten bir insan kimse, ona karşı bir büyük çapta intikam duymaya başlıyor. En sonunda bakıyor ki, yol geçen hanı olmuş, artık burada bir ileti, “oğlum, niye üzülüyorsun; her şey bitmiş” anlamında bir bağlantıya bağlıyor.
Ayrıca coğrafya betimini çok güzel yansıtır. “Büyük bir gökyüzü, git Allah’ım git” diye hepinizin bildiği Güneydoğu’daki “takatak, takatak” eden treni aşağı yukarı bir mısrada, bir dizede koskoca coğrafyayı dile getirmiştir.
Sanatının özelliklerini, ana özelliklerini şöyle özetlemek icap eder: Öyküsel şiire yer verirken dolaylama ve soyutlamalarla öykünün olay ağırlığını ortadan kaldırır. Yer yer şiirin bütünlüğünü ve dizeleri parçalar. Geniş çapta simgelere yer verir, anlatımda çaprazlamalar ve tersinlemeler yapar. “Dalga” şiirinde aynı şekilde “ben en çok Süheyla’yı sevdim” sözü, çaprazlama ve tersinleme suretiyle “ben en çok Süheyla’yı sevmezsem” şeklinde düpedüz demiyor, dolaylı bir şekilde belirtiyor. Konuşma dilini işlek bir şiir dili haline getirir. Folkloru şiire düşman kabul eder, yergi ve sövgü yerine ironi ve kullanır; düş gücünü kendi orijinal buluşlarıyla zenginleştirir, birbirinden uzak iki varlığı birleştirip bütünleştirmeye çalışır. Bu hür, hamamlar denizinde Süleyman’la Güzin’i birleştiriyor, bu genelev kadınına giden bir erkeğin hayatını, değişik yöndeki hayatlarını birleştirmeye çalışır.
Eyleme kapalı olarak ses öğesini katar ki, bu çok önemlidir. Hamza süiti diye yukarıda, Cihangir’de bir parti verilmektedir, her şey şıkır şıkırdır. Altta da sıfırıncı kattaki Hamza ve karısı Leyla, bu şıkır şıkır hayata özenirler ve birleşmeye çalışırlar. Bunlar da kendi aralarında bir aşk yapmaya çalışırlar. Bu eylemi çok güzel bir şekilde “Hamza-Leyla! Hamza-Leyla! Hamza-Leyla!” şeklinde sese indirgemek suretiyle şiire bir ses tonu da verir. Bir de ayrıca imgeleri çok iyi kullanır dedik. Ünlemi kullanır, ilk defa “hah ha ha…” şeklinde ünlemi şiirlerine yedirmiştir. Bu da edebiyatımıza getirilen yepyeni bir tavırdır.
Zamanım çok dar olduğu için burada bitiyor. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
TUNCER YIĞCI-
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karakoy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- Efendim, söz Sayın Mustafa Şerif Onaran’da, Cemal Süreya ’nın en çok görüştüğü, yazıştığı, yakın arkadaşlık ettiği değerli sanat insanı.
Buyurun.
MUSTAFA ŞERİF ONARAN- Sevgili Cemal Süreya dostları; ben size biraz 50’li yılların Ankara’sından bahsedeceğim. Çünkü 50’li yılların Ankara’sını bilmeden, Cemal Süreya ’yı tanımak olmaz. Buradaki konuşmacılar arasında sanıyorum Muzaffer ve ben, o yakınlığı iyi biliyoruz. Benim Tıbbiyede okuduğum yıllarda, o da Mülkiyede okuyordu ve sık sık Mülkiyeye giderdim. Orada arkadaşlıklarımız çok değişik bir havada yaşardı. İkinci Yeni Mülkiyede mi doğdu; hayır. Gerçi İkinci Yeni şairleri arasında Mülkiyeli olanlar bir haylidir, ama birbirinden habersiz, değişik ortamlarda doğdu, -zannediyorum ki Muzaffer İlhan Erdost, Pazar Postası serüveninde onları çok daha iyi ortaya koyacaktır- Pazar Postası’nda ortaya çıktı. İstanbul’dan, daha başka yerlerden birtakım şairler vardı, ama çoğunluk Ankara’daydı, birbirinden habersiz olarak bunu geliştirdiler.
Biraz anılardan yola çıkmak isteyişimin nedeni şu: Mehmet Aydın Hocamız, bir konferans boyutunda her şeyi söyledi. Onun için bize fazla söyleyecek söz bırakmadı. Ama ben şiire anılardan bakmanın daha anlamlı olduğunu düşünürüm. 1955 yılındaydı sanıyorum, biz Eskişehir Hava Hastanesinde bazı incelemeler yapmaya gitmiştik, 1954’te doktor olarak çıkmıştım. O zaman da Cemal Süreya orada maliye memuruydu ve bir pastanede beraber konuşurken, o zamanın güzellik kraliçesi Güler Arıman geçiyordu sokaktan. Hemen fırladı Cemal Süreya , “gel, bak, Güler Arıman geçiyor.”
Bunu neden anımsadım? Ben bunu unutmuş olabilirdim, ama zannediyorum ki “Üvercinka” 1958’de çıktı ve bana gönderdiği kitapta “hani seninle Eskişehir’de bir pastanedeydik, Güler Arıman geçiyordu, ikimiz de fırlayıp onu yakından görmek istemiştik” dedi. Eğer bu yazıya dönüşen bir anı olmasaydı, ben unutuvermiştim bunu. Ama buradan şuraya geçmek istiyorum: Güzel insanlara karşı bir yakınlığı vardı. İçi sımsıcak sevgi doluydu. Zaten “Üvercinka”yı bana imzalarken, “Üvercinka” başlığının altına el yazısıyla “sensuality” diye yazmıştı. “Sensualty” cinsellik demek, yani cinsellikten bakıyordu edebiyata. Edebiyata cinsellikten bakmak, çok dar bir sınırla mı değerlendirilecek bir şeydir; değil. Bunu bir iki örnekle belirtmeye çalışacağım; çünkü onun anlattığı sadece cinsellik değildi.
Önce Mehmet Aydın Hocanın söylemiş olduğu bir sözü ben değişik bir yorumla anlatmak istiyorum. Cemal Süreya “folklor şiire düşman” derken, geleneğin karşısında yana olan bir şair değildi, geleneği dönüştürmesini bilmeyenlerin karşısındaydı. Yani folklor dediğimiz olayı kopya etmek, hiçbir zaman şiir anlamına gelmez. Ama siz ona yeni bir yorum getirir ve oradan çıkarak çağdaş şiiri, kendi sesinizi duyurduğunuz şiiri ortaya koyabilirseniz, o artık folklor olmaktan da çıkar. Cemal Süreya ’nın anlatmak istediği buydu, yani “buna önem verilirse şiir güç kazanır” demeye getiriyordu.

Aslında anlatı şiirine bir tepkiydi İkinci Yeni. Anlatı şiiri, kendini çabuk tüketen bir şiirdir. Anlatı şiirinde hele 40 kuşağı toplumcularının Nazım Hikmet’ten gelen o çizgiyi slogan şiirine dönüştürme merakı, İkinci Yenicilerin tepkisiyle karşılanmıştır. İkinci Yeniciler, acaba toplumsal şiirden kaçıyorlar mıydı; hayır. Bence slogan şiirini reddediyorlar ve yeni bir açıdan bakıyorlardı toplumcu şiire, dolaylı anlatımla toplumcu şiiri ortaya koymak istiyorlardı. Bu dolaylı anlatım nedir? Bu dolaylı anlatım, benim anladığım göre, bir konuyu doğrudan doğruya ele almak, onun üzerine gitmek değildir ve ikinci yeninin karşısına çıkanlar, onu toplumcu şiirin düşmanı olarak görenler çok yanılıyorlar Çünkü çok değişik bir açıdan toplumcu şiiri ele almıştı İkinci Yeniciler.
Cemal Süreya ’nın İkinci Yeni için söylediği bir söz var: “İkinci Yeni, bir güvercin curnatasıdır” diyordu. Bu “güvercin curnatası” sözü, bir yerde çok övücü gibi gelir, ama bir yerde de eleştiridir. Çünkü bir akıma, bir anlayışa uyan irili ufaklı pek çok şair vardır ve bu şairlerin içerisinde birtakım yeteneksiz şairler de vardır. Bu yeteneksiz şairler, o akımın içerisinde kendini anımsatmaya çalışabilirler. Ama gerçekten anımsanan şair, dört dörtlük şair, aradan yıllar geçse de eskimeyen şairdir.
Cemal Süreya ’nın eskimeyen yönü nedir? Cemal Süreya ’nın eskimeyen yönü, duyarlığa yeni bir anlayış getirmektir. Duyarlık dediğimiz şey o kadar çabuk yıpranır ki, duyarlığı yıpratmamak, duyarlığa yeni bir hava getirmek çok zor bir şeydir ve önemli bir şeydir. Ama Cemal Süreya bunu yapmıştır. “Sensuailty” derken, yani cinsellikten topluma bakmak derken, ben Cemal Süreya ’nın insan yönünü görüyorum bunda. Yani bir kadınla olan yakınlığını hiçbir zaman sadece cinsellik olarak değerlendirmemiştir, onun arkasındaki dünyayı da görmek istemiştir.
Bilmem “8-10 Vapuru” şiirini anımsayan var mı? Ben onu yanımda getiriverdim. Ben bu Devlet Tiyatrosu sanatçısı arkadaşımız gibi şiiri güzel okuyamam, ama onun yanında beni hoş görürseniz bu şiiri size okumaya çalışayım.
Sesinde ne var biliyor musun
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için
Üst kata çıkıyorsun

Sesinde ne var biliyor musun
Uykusuz Türkçe var
İşinden memnun değilsin
Bu kenti sevmiyorsun
Bir adam gazetesini katlar

Sesinde ne var biliyor musun
Eski öpüşler var
Banyonun buzlu camı
Birkaç gün görünmedin
Okul şarkıları var

Sesinde ne var biliyor musun
Ev dağınıklığı var
İki de bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
Düzeltiyorsun

Sesinde ne var biliyor musun
Söylemediğin sözcükler var
Küçücük şeyler belki
Ama günün bu saatinde
Anıt gibi dururlar

Sesinde ne var biliyor musun
Söyleyemediğin sözcükler var
İşte burada bir kadının yalnızlığı, onun yalnızlığı arkasındaki dağınıklığı, onun iç dünyasındaki yıkılmışlığı var ve buna sevgiyle yaklaşan bir şair var. O şair, aradan yıllar geçse de, ölümünün üzerinden 20 yıla yakın bir zaman geçse de, unutulmuyor ve hiçbir zaman da unutulmayacak; çünkü onun anlattığı gerçekler, slogan şiiri olan gerçekler değil, iç gerçek diyebileceğimiz, bizim her zaman yaşadığımız gerçekler.
Ben sözü burada noktalayayım. Bana bir daha söz düşerse, yine bir şeyler söylerim; çünkü çok uzun zamanınızı almak istemiyorum.
Saygılarımla.
TUNCER YIĞCI-
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
Lâleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- Onun en yakın arkadaşlarından biri aramızda. Bizim kuşağın çok önemli şairi, eleştirmeni, yayıncısı Sayın Erdost da lütfedip geldiler.
Şimdi söz onun.
MUZAFFER İLHAN ERDOST- Arkadaşlar; ben Cemal Süreya ’yı unuttum. Unuttum, aradan yıllar geçti değil, aradan başka dünyalar geçti. Bunun için böyle diriltemiyorum. Benden bir konuşma isteyince, daha önce yazdığım “Cemal Süreya İçin” adlı yazıma şöyle bir bakıverdim. O ayrıntıya, o derinliğe girebilecek kadar bir şeyin canlı olarak bende yaşamadığını gördüm.

Burada konuşmalarla bazı şeyler diriltilmeye çalışıldı, ama bana göre Cemal’in yönleri biraz daha farklı gibi geliyor. Çünkü bu Cemal Süreya için yazdığım yazının başlıklarına şimdi baktım, biraz da bu ışıktan okuyamadım başlıklarını, “sürgün ve göçebe” birinci bölümü. İkinci bölümü, “sosyalizm”. Üçüncü bölümü “erotizm.” Sonra bir bölüm daha var; en sonunda da “ölüm” diye bitirmişim. Ben bu sıraya göre Cemal’i anlatmaya kalkışırsam biraz zorlanacağım. Daha sıradan, daha anılarla falan anlatmak isterim.
Birincisi, Cemal Süreya ’yı ben ne zaman tanıdım? Yani bu Ankara’daki günlük yaşamın içerisinde nerede ilk kez karşılaştık, onu bilemiyorum. Fakat bir yakınlık, farklı bir yakınlık doğdu Cemal’le benim aramda. Daha çok Cemal’in bana karşı bir yakınlığı doğdu. Ben onu aramadan, o beni zaman zaman aradı. Veteriner Fakültesinde ben öğrenciydim, oraya Sezai Karakoç’la geldiğini anımsıyorum. Gelmelerinin nedeni de aynı dergide Sezai Karakoç’la benim şiirimin birlikte çıkmış, yayımlanmış olmasıydı ve o süreç içerisinde Cemal’le çok daha sıkı bir yakınlık ilişkisi kurdum. Ama sorun, bu arkadaşlık sorunu, bu yakınlık sorunu meselesi değil. Sorun, bir coğrafya sorunu; sorun, içerisinde yaşadığımız ülkenin sorunları sorunu, bir de bu sorunların içerisinde kendimizi bulma sorunu, yaşama yaklaşım sorunu, bizi birleştiren, bizi birbirimize aratan noktalardan biri özellikle o ve bunlar da Cemal’in şiirine yansıyan, Cemal’in şiirinden bize gelen öğeler. Onları çok iyi değerlendirebilmek için Cemal’i daha sağlıklı bir biçimde irdelemek gerekir.
Burada bir kadınlar koleksiyonu, kadınları parça parça parselleyerek şu öğeleriyle, bu öğeleriyle falan değerlendirmek ya da kent kadını, köylü kadını, çalışan kadın, ev kadını filan diye tasnif etmek bence yanlış Cemal’in bakış açısından. Çünkü Cemal’in bakış açısında kadını bütünleştiren bir öğe var. Evet, tabii aşk var, aşksız değil, sevgi var, erotik öğeler var, ama kadın orada bütünleşiyor. Hiçbir zaman için yalnız bir erotik öğe değil, erotik üyeye götüren insan ilişkisi var kadınla erkek arasında. Erotik öğeye götüren, sadece insan ilişkisi değil, bir sevgi var ve bu karşılıklı sevgiyle bütünleşme var. Bu bütünleşme deyince, şunu söylemek gerekiyor: Bir şiir süreci var, her ülkede vardır, bu çeşitli aşamalardan geçer ve gelir.
Bir divan şiiri dönemini yaşadı bu ülke, Osmanlı döneminde de olsa. Sonra bir Tanzimat şiiri dönemi. Bu arada bir halk şiiri var ki, daha geleneksel, daha köklü. Onun yanında, Yunus Emre ile kucaklaşmış, hem halk şiiriyle, hem tasavvufla bütünleşmiş şiir gelenekleri var. Bir de Cumhuriyetle birlikte başlayan bazı akımlar var. Mesela Beş Hececiler var, Yedi Meşaleciler var, sonra Garip akımı diye adlandırılabilen akımlar var. Fakat bunların arasında bir de tek tek böyle dorukları olan, tek sıradağlar gibi değil de, doruk olarak duran işte Ceyhun Atıf Kansu’lar, Cahit Külebi’ler gibi tek şairler var. Bir de kendisi boydan boya bir sıradağ olan Nazım gibi şairler ve şiirler var.
Bu dönemin bir sonuna doğru yaklaşıldığında, değişen başka bir şiir var. Ben bu şiire koymadım İkinci Yeni başlığını. Nasıl oldu? Sanıyorum İlhami Soysal’ın yazısıydı, isimsiz yazıyordu, Akis’te yayımlanmış bir yazı vardı. “Nerede eski günler; hani ‘Otuzbeş Yaş’ şiiri Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Kızılırmak’ şiiri gibi…” Böyle 8-10 şiir sayarak “o şiirler bugün yazılmıyor” diye bir yazı vardı. Son Havadis Cemil Sait Barlas’ın, İlhami Soysal Yazı İşleri Müdürü, ben de Pazar Postası’nın Yazı İşleri Müdürlüğünü üstlenmiştim. O arada da İlhami’ye de yazı yazıyordum, yani Son Havadis’e yazı yazıyordum. Bir yazı yazdım buna değinerek, dedim ki, “artık bu değil, başka bir şiir var, başka bir şiir gelişiyor” ve oradan da Cemal’in de bir dizesinden, İlhan Berk’in dizesinden, hatta Atilla İlhan’ın dizesinden, bazı dizelerden, şiirlerinin dizelerinden alarak değişen bir şiirin gelmekte olduğunu, artık böyle büyük, tek başına şiirler gibi şiirler yazılmasının geride kaldığını, feodal çağın ürünleri olduğunu falan ifade eden bir yazıydı bu. Yazıyı yazdım da, İlhami Soysal da akşam yedeğe verecek yazıyı ve evine gidecek; telefon ediyor. Dedim, “İlhami, yazıyı yazdım da başlığını bulamıyorum, bir başlık koyamıyorum.” “At bir başlık” dedi, ben de “İkinci Yeni” yazdım. Bir gün İlhan Berk geldi, dedi ki, “bunun adını koydun.” “Ne adını?” falan diye sordum. Dedi ki, “İkinci Yeni ya.” Adı böyle kaldı, yani İkinci Yeni diye konulmuş bir ad değil. Böyle “Garip” şiirine tepki gibi, yani bu son derece yanlış. Melih Cevdet Anday da Ankara’daki Edebiyat Günlerinde kendisi için yapılmış bir sempozyumda konuşurken, “bize karşı bir şiir olarak getirdiler İkinci Yeni’yi” falan dedi. Hayır, değil, bir süreç, bir gelişme süreci.
Bu ne; sözün büyüsünü yaptılar, Mustafa Şerif Onaran’ın çağrısıyla, ben de gittim, TRT 2’de. Orada Talat Halman bana bir şey sordu: “Peki falan, ama bu İkinci Yeni ne, bize kısaca anlatır mısın?” dedi. Orada şunu söyledim: Değişen toplumun değiştirdiği insanın değişen şiiri. Bu değişen toplum neydi, değiştirdiği insan neydi? O değişen şiiri, bu İkinci Yeni’ydi. Değişen toplum, tabii Osmanlı İmparatorluğundan devralmış, Ulusal Kurtuluş Savaşını, Bağımsızlık Savaşını vermiş, bağımsız bir ulusal devlet kurulmuştu. Bir kere yönetim biçimi bakımından farklı, ama bu yönetim biçimine giden yolda da ekonomik yapıda bir değişim vardı, bir farklılık vardı. Bu kapitalist üretim ilişkilerinin özellikle kentsel alanda giderek ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemdi. Değişen toplumun ekonomik yapısında bir farklılık var. Tabii burada kentle köy arasındaki, kentsel yaşamla kırsal yaşam arasındaki farklılıklar da var, özellikler de var. Bunların içerisinde bir başka şey var; giderek bireyin özgürleşmesi süreci var, demokratikleşme süreci, bireyin özgürleşmesi, tekleşmesi süreci var. Diğer dönemdeki şiirlere baktığımız zaman, ortak anonim, yani geçmişten gelen şiirin bir birlikte ortak anonim yönleri var. Şimdi anonim yönler, bireyin özgürleşmesiyle, bireyin tekleşmesiyle birlikte giderek anonim özellikler azalmaya, tekleşen özellikler orada belirlenmeye ve sivrilmeye başlıyor.
İkinci Yeni bir akım mı? Bir akım ya da bir akım değil. Niye bir akım değil, niye bir akım? Bir akım değil; çünkü akımlar hep şöyle: Fransa’da falan bakıyorsunuz, oturmuşlar, görüşmüşler, konuşmuşlar, tabii bir geçmişi var. Şöyle bir görüşle birlikte sanat üretmeye, -bu şiir de olabilir, resim de olabilir, öykü de olabilir falan- bir sanat dalında bir şey üretmeye başlamışlar. Bu önceden de oluşmuş bir altlığı vardır, ama oturup kurallaştırmışlar, bir kurala bağlamışlar. İkinci Yeni, bu anlamda bir akım değil. Fakat İkinci Yeni niye bir akım? Çünkü İkinci Yeni şairleri, hepsi kendi kimliklerinin, kendi özel kişiliklerinin şiirlerini yazdılar. Zaten kendilerinden önceki şiirden ayrılan farklılıkları o. Zaten İkinci Yeni içerisinde saydığımız şairlerin ortak yanları değil, ortak özellikleri bu, kendi şiirlerini yazmış olmaları, ama şiirleri, kendi şiirleri, farklı, bunu çok iyi anlamak gerekir.
“Nereden geldi bu anlamlı anlamsız şiir?” sorusuna gelince, tabii çok farklı yönleri var da, ben böyle Posta Caddesi’nde meyhaneler vardı, o meyhanede işte Orhan Duru falan arkadaşlarımız var, akşamüstü. Orhan da Veteriner Fakültesinde öğrenci, ama artık şeydeyiz, ben Pazar Postası’ndayım, bitirdik fakülteyi. Daha başka kimler vardı? Böyle masada konuşurken Orhan’a dedim ki, “bugün Ece Ayhan diye birinin bir şiiri var.” Çünkü ilk kez yayınlıyorum, sanıyorum ilk şiiri gibi de algılanabilir, yayınlanan ilk şiiri gibi de algılanabilir. Daha önce “Yenilik”te falan yayınlanmış, ama pek bilinmemiş. Orhan dedi ki, “bana bir şey söylemiyor o şiir.” Biz de gençtik, böyle yumuşak konuşmuyorduk. Şimdi Mehmet Hocamız biraz sert konuşuyor, biz gençliğimizde de ondan daha sert konuşuyorduk. Masaya kalkıp yumruk vurarak “söylemesin bir şey” falan diye, akşam gidip evde “bir şey söylemeyen şiir” diye bir yazı yazdım. Pazar Postası’nda yayınlanan “bir şey söylemeyen şiir”i daha sonra, yıllarca sonra anlamsız şiirle örtüştürdüler, özdeşleştirdiler. Bir şey söylememek farklı bir şeydi. Ben sonra onu şöyle değerlendirdim: Anlamsıza kadar özgürsün dedim, ama o kendisini anlamsıza yargıladı. Kim yargılayanlar? Mustafa Şerif daha önce söyledi, bu curnata hikayesinden dolayı. İkinci Yeni şiirini şiir deneyimiyle özümsemiş ve getirmiş olanların yanında bizim bu sözlerimiz üzerine anlamsız şiir yazmayı ilke edinen gençler oldu. Bazıları güzel şeyler de yazdılar, fena değil, ama o değildi, anlamsıza kadar özgür olmak idi burada bizim esas olarak koymak istediğimiz şey. Onun tabii çok zorlukları oldu. O dönemde yaklaşanlar oldu bu şiire, o dönemde sırt çevirenler oldu, bizi ağır şekilde eleştiren toplumcu arkadaşlarımız oldu. Hatta benim geleneksel olarak halkın içinden gelmiş olmamdan dolayı bir sol eğilimim, bir sosyalist yaklaşımım var, ama ideolojik anlamda bir sosyalizmi bilecek durumda değildik o dönemde. Ne ben biliyordum, ne Cemal Süreya biliyordu. O ideolojiyi unutturmayın, söyleyeceğim şiirle ilgili olarak. Böyle bir tablo içerisindeydik. Fakat çok halktan kopuk, halka karşı, sanki karşıdevrimci bir şiiri savunuyormuşuz gibi, devrimci şiiri yadsıyormuşuz gibi bir karalama içerisinde kaldım. Bunları da yayımladım Pazar Postası’nda, bütün eleştirileri yayımladım. Ama hepsinin serbestçe, özgürce tartışılmasının olanağını orada yarattım.
Ancak İkinci Yeni, kendisinden önceki şiiri yadsıyan bir şiir değildir. İkinci Yeni, kendisinin varolduğu süreçte yazılmış, fakat İkinci Yeni’ye uyarlanmamış şairleri ve şiirleri de yadsıyan, dışlayan bir şiir değildir ve böyle bir tavır içinde olmadım, yazılarımda da böyle bir şeyi bulmak olanaklı değil. Zaten şairlerin kendi görüşleri farklı. Mesela bir “Sözün Büyüsü”nde İlhan Berk konuşurken, “biz Nazım’ı yıktık” falan gibi bir laf etti. Böyle bir İkinci Yeni anlayışına hiçbir zaman sahip olmadım, Nazım’a karşı sevgim ve saygım da, şiirini değerlendirirken, ki burada 3 şairden biri Nazım, biri Cemal Süreya , biri Ahmet Arif’tir.
İdeoloji dedim de, onu da belirteyim: Şiire ideolojinin yansıması daima birebir olmaz, şiirle ideoloji üretilmez, şiir ideoloji üretmez. Ama idealist bir şair, mesela Sezai Karakoç ve materyalist bir şair, sosyalist bir şair Cemal Süreya ’nın şiirleri farklıdır. Çünkü onların insana bakışı farklı, yaşama bakışı farklı, dünyaya bakışı, evrene bakışı farklı, oluşumlara bakışları farklı. Bu farklılıklar onun şiirine yansırken, tabii ki ideolojisi açısından da yansır, ama ideolojik terimlerle değil, ideolojik formasyon içerisinde değil, bu bölünme içerisinde değil. Bu nedenle, İkinci Yeni’yi böyle devrimci olmayan, karşıdevrimci, gerici, tutucu bir şiir olarak nitelemek, aslında böyle kendilerini devrimci sanan, ama estetiğin insan yaşamındaki önemini kavrayamamış anlayışların ürünüdür. Jdanov’un sanatla ilgili bir şeyi var: “Askeri kışla talimnamesi gibi.” Şiir kışla talimnamesiyle yazılmaz. Şiiri kışla talimnamesiyle yazarsanız ya da değişen ve gelişen şiiri kışla talimnamesi içerisinde değerlendirirseniz olmaz.
Bu not geldi, buranın vakti de dar, ama ben bu ideoloji kavramıyla birlikte Nazım’ın bir şiiriyle bitirmeyi planlamıştım. O şiiri okuyacağım, planımı bozmayacağım, bazı şeyleri tabiat diyerek geçiyorum.
Bir şeyi söylemem gerekiyor: Cemal ’in bir sürgünlük olayı var. Ben arkadaşlığımın çok yakın dönemlerinde Cemal’in sürgünlüğünü bilmedim, Erzincan kökenli olduğunu bilmedim, bir Zaza Kürt’ü olduğunu bilmedim, bilemedim; çünkü Cemal bunları bana açmadı. Ben Papirüs’e, İstanbul’da çıkardığı Papirüs’e ulusal sorunla ilgili bir yazı göndermiştim. Orada Kürt ve Kürtçeyle ilgili de bazı değerlendirmeler yapmıştım. Cemal yayınladı onu, geldi, “bu konuları niye açtın?” dedi. “Niye, bu konular niye açılmayacak ki; bunlar hep kapalı kalmış sorunlar gibi” falan diye konuşurken, böyle bir gelişme içerisinde, çünkü ben Şemdinli’de yedek subaylığımı yaptım, bir Şemdinli röportajım var ve Kürt sorunuyla ilgili olduğu kadar, Kürtlerin tarihiyle ilgili, yaşamlarıyla ilgili, Kürt realitesiyle ilgili ve Kürt kültürüyle ilgili de bir çalışma bu röportaj. Oradan dolayı da farklı bir yaklaşımım vardı. Cemal orada bir kaygılı idi, ama ben daha sonra anladım. Bir gün Yalçın Küçük’e demiş ki, “Yalçın, biliyor musun, ben Kürt’üm.” Bana söylemedi, ben bilmiyorum. “Ben de Kürt’üm” demiş. Bu Kürtlük sorunu, sonra Mustafa Kemal Palalı dedi ki, “ben bunu araştırdım, babası bir esnaf, tüccar hatta Erzincan’da.” Bu Dersim isyanları sırasındaki katliamlardan dolayı biraz öfkelenmişler çok doğal olarak, eleştiriler yöneltmişler. Vali, bu aileyi sürgün etmiş. Cemal’in çocukluğundaki sürgünlüğü bu. İşte geldikleri yer, okuduğu şey, sonra Haydarpaşa Lisesinde amcasının korumasında okurken, orada hep sürgün ve göçebe, “keşke göçebe deselerdi bana” diye, sürgünlüğünü saklamış. Ama bir gün kavga ederken arkadaşları, bunun sürgün olduğunu söyleyince, bakmış ki saklanmıyor ve utanmış bunlardan. Daima bunu sakladı Cemal ve onun için de çok farklı bir kimlik oluştu Cemal de. O kimliği aşklarını anlatırken, kendisini anlatırken, kendisindeki gizli duran ve açıklayamadığı, o çocukluktan gelen, o yaşamdan gelen açıklayamadığı şeyler, onun ikilemli, üçlemli, hatta geçmişle geleceği ve gününü şiirin içerisinde dokuyan bir özelliğini de yansıtır. Ben o nedenle bir şiirini okuyacağım ve bitireceğim: “Kalın Abdal.” Kalın Abdal, Nazım Hikmet. Nazım da bir sürgün ve göçebe, Cemal de bir sürgün ve göçebe, onları kucaklayan bir şiir, onların kucaklaştığı bir şiir. Ben de bu şiirle onlarla kucaklaşacağım.
‘ağıtı önce söylenen
sen nereye uçuyorsun,
ağıtı önce söylenen
ölüm korkusunu atar,
sen nereye uçuyorsun
boynu usul telli turna

Pir Sultan benim ağıtım
ben de senin ağıtınım
uzar gideriz bu yolda,
sen nereye uçuyorsun
gökyüzünde kana kana

benim söylendi ağıtım
yazda kışta haziranda,
ben hep zindanlarda yattım,
en müşkülü daha sonra
kendi kendim sürgün ettim,
sen nereye gidiyorsun
bir yerlere konmayana

silah çatuben askerler,
neden silah çatıyorsun
dostum dostum aslan dostum
sen nereye uçuyorsun,
Kerem Aslı'nın koynunda
çiçeği hiç solmayana

biz ki Nâzım'dık dünyada
rumelili kalın abdal,
uçan kuşa selam saldık
sevdik oluklar boşaldık,
cemi cümle bir sofrada
muhannetlik kalmayana’’
Bitirdim, ama bu şiiri okurken ben niye bu sürgünlük hikayesine başladım, onu söyleyip bitireyim: Yerel olan Cemal de, Türkçeyle birlikte Türkçenin en güzel örneklerini vermiştir, Türkçeyle birlikte en azından ve çok ulusal bir kimlik ve Cemal evrensel bir şair. Onu Ülkü Tamer, bir şiirinde, ki çok kısa dizesiyle bir şiirinde okyanusta Fırat’ın salı olarak niteliyor. Sal yerelliği, Fırat bölgeselliği ve okyanus evrenselliği kucaklıyor.
Sevgiler sunuyorum size.
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- Cemal Süreya , Papirüs’ü çıkarmak için ayrıldığı Maliye Bakanlığı’na 1970’lerin başında dönmüştü. Biz de o yıllarda aynı bakanlıkta memuriyete başladık. Nazif Ekzen, kendisiyle Tetkik Kurulunda beraber çalıştı, anlatacağı çok şey var eminim ki.
Buyurun Sayın Ekzen.
NAZİF EKZEN- İyi akşamlar.
Sayın Erdost ve Sayın Onaran, Cemal Beyin 50’li yıllardan başlayıp gelen serüveni içinde çok yakın dostları. Bizler, 70’li yıllarda büyük bir şansı yakaladığımızı düşündük. Tetkik Kuruluna gelmişti, Cahit Kayra’nın daveti üzerine. Sayın Cahit
Kayra, son derece değerli bir insan ve Sayın Cemal Süreya ’dan herhalde hiçbir şekilde tahmin edemeyeceğimiz, aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir fırsatı elde etmiş olduk. Çünkü geldiğimiz dönem, bizim fakülteden, bizler 67-68 giriş, 70-71 çıkışlıyız, o kuşaktan gelmiştik biz. O dönemde fakültedeki elimizde düşmeyen edebiyat dergisi Papirüs’tü. Cemal Bey, Papirüs’te özellikle bizim çok okumayı sevdiğimiz şairlere, yani Ataol Behramoğlu, Berfe ve o tarihlerde İsmet Özel ve bu sene ödülü alan Özkan Mert’e çok sıklıkla yer verirdi, çok sevdiğimiz şairlerdi. Geldik, Papirüs’ü kapatmıştı. Çoğumuz Maliyeden bursluyduk. Okul biter bitmez elimize çıkış kâğıdı verdiler mi, hemen ertesi gün gidip Maliyeye teslim olmamız gerekiyordu. Bir grup arkadaş Tetkik Kuruluna gelmiştik, Cemal Beyi orada tanıdık.
Tabii dediğim gibi, inanılmaz bir şeydi bizim için, bir fırsattı Cemal Bey. Sayın Erdost’un dediği gibi, evrensel düşünceye sahip bir insandı. Her konuşmamızda bizim düşünce yapımızı bildiği için, sürekli sorgulama şeyi söz konusuydu, yani bütün o yapı içinde biz solla bağdaşıklığımız açısından bir dönemin getirdiği modanın etkisinde miyiz, yoksa o değerlere gerçekten bilerek mi böyle bir şeyin içerisinde yer alıyoruz; sürekli sorgulardı. Ondan sonra Ankara’ya çok büyük bir katkısının olduğuna inanırım o dönemlerde. Çünkü Papirüs’ü Teftiş Kurulundan ayrılıp sahip olduğu bütün maddi imkânları sonuna kadar kullanarak çıkarttı. Sonuçta o imkânlar bittikten sonra tekrar Maliyeye döndü. O dönemde Ankara’da edebiyat dergisi olarak ciddi bir akım demeyeyim de, bir kaynak olabilecek nitelikte bir şey yoktu. Oluşum’da, bütün o kadar işinin arasında Hayrünisa Kadıbeşegil’in Oluşum Dergisinde sorumluluk yüklendi. Bugün etrafta şey yaptığımız pek çok yazarın, şairin tekrar oralarda bir araya gelmesini sağladı. Uzunca bir dönem, Oluşum’un ikinci dönemi diyebileceğimiz o dönemde uzunca bir dönem Oluşum’un sorumluluğunu aldı ve o dergiyi gerçekten Ankara için gerçekten bir kaynak dergi haline getirdi.
Kaldı ki, Türkiye'de edebiyat alanında Cemal Beyin dergiciliğini tartışabilecek durumda olduğumuzu düşünmüyorum, hep en iyisini yaptı. Şairliği konusunda benim söyleyecek fazla bir şeyim olamaz kuşkusuz. Ancak o konudaki düşüncesinin de Sayın Erdost’un biraz önce söylediği gibi, bütün şiir serüvenine hâkim olanın evrensellik olduğunu ve sürekli olarak bunun üstünde gittiğini biliyorum.
Buraya gelmeden önce Papirüs’leri iki üç gündür, yani kendim bir şey söylemeyeyim, Cemal Bey için Papirüs’ten bizzat kendisinin söylediği bir şeyleri okuma fırsatı olur mu diye epeyce karıştırdım. Hemen hemen bu şeyin tamamına sahibim. Çok ilginç bir şeyini gördüm. Onun tarihi, 25 inci sayısı Papirüs’ün bu, Temmuz 1968. “Bağlantı Çevresi” diye bir yazısı var. Burada bir Türk edebiyatçısı, acaba bir gün Nobel’e aday olabilir mi ya da Nobel alabilir mi, onu işliyor. Uzun bir metin, ben o uzun metni okumayacağım, sadece o kısmını: “Örnek olarak bir gün Nobel Ödülünün bir Türk’e verildiğini düşünelim. Acaba o Türk, kendi ülkesi yazarlarının en değerlilerinden biri mi olacaktır? Başka ülkelerde genellikle öyle olmaktadır. Türkiye'de de öyle olabilir de, öyle olmayabilir de. Mümkündür ki, Nobel Ödülünü alan bir Türk yazarı, kendi yurdunda en iyi yazarlardan biri olmasın, kendisinden o ödüle kat kat layık birçok yazar bulunsun.”
Yaklaşık 40 sene önce kaleme almış bunu Sayın Süreya.Bütünüyle geriye dönüp özellikle Papirüs’teki Türk solu, Türkiye'de sosyalizm, sınıflar arası ilişkiler konusunda yazdıklarını okuduğum zaman, müthiş bir öngörünün olduğunu, neyin nereye doğru gittiğini, Türk aydını üzerine yaptığı tespitlerde çok büyük bir isabetin olduğunu gördüm. Bunu belli bir amaçla okumadım, ona inanmanızı isterim; çünkü içinizde bilenler vardır belki, bilmeyenler de vardır, ama Türkiye adına Nobel’i alan yazarımızın ilk kitabının başına çok büyük bir macera gelmiştir, yakından bilenler vardır. Milliyet’in Büyük Ödülünü kazanmıştır, ama çok uzunca bir süre “Cevdet Bey ve Oğulları” basılamamıştır. Onun basılabilmesi için en çok gayret sarf eden insanlardan biridir Cemal Bey, bunu Bakanlıktaki yaşadığımız süre içerisinde bilgi sahibi olmuştuk. Çok uzun mücadele vermiştir, o kitabın basılması için, ama o kitap ödülü kazandıktan epey bir süre sonra ancak basılabilme imkânına sahip olmuştur.
Ben iki şeyden çok büyük bir mutluluk duydum: Sayın Süreya’nın ölüm yıldönümlerinde hep İstanbul’da bu tür toplantılar oluyordu, Ankara'da olmuyordu. Cemal Beyin Ankara’ya çok büyük emeği var, hem edebiyat alanında, hem de diğer konularda. Maliye Bakanlığı içinde, Maliye Bakanlığının koridorlarında kalmış çok sayıda eski tablonun ortaya çıkmasında, Maliye şeyinde bulunan başka değerlerin ortaya çıkmasında Ankara’ya çok büyük katkılar sağlamış bir insandır. Ankara’nın da Cemal Beye borcu var diye düşünüyordum. Ben hem Mülkiyeliler Birliğine, hem BİLAY Vakfına ve bu arada da hepimize bu iş için önderlik eden sevgili Muzaffer Tıraş’a teşekkür ediyorum.
Cemal Beyi saygıyla anıyoruz.
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- MaliyeTetkik Kurulunda Cemal Süreya ile beraber çalışan, daha önemlisi Cemal Beye mesai saatleri dışında da eşlik eden, kendisi de bir kalem erbabı olan arkadaşımız Lemi Özgen burada. Söz onun.
LEMİ ÖZGEN- Ekim 1971. Okuldan mezun olup, yazılı ve sözlü sınavları kazanarak, Maliye Bakanlığı “Tetkik Heyeti Reisliği”ne genç bir “uzman muavini” olarak girmişiz. Bize Cemal Süreya’nın yanında çalışacağımızı söylüyorlar. Şaşırıyoruz. İsim benzerliği mi acaba, yoksa gerçekten de şiirlerini ezbere bildiğimiz, Rüzgarlı Sokak başındaki seyyar sahaflarda günlerce aradıktan sonra bulabildiğimiz sararmış eski kitaplarını “parkamızın” cebinde gezdirdiğimiz o efsane şairin yanında mı çalışacağız?

Cemal Süreya’nın Mülkiyeli olduğunu biliyoruz ama, onun aynı zamanda bir Maliye Müfettişi olduğundan ve o sıralar Maliye Bakanlığı’nda “Maliye Tetkik Heyeti Azası” olarak görev yaptığından haberimiz yok.
Bakanlığın Ulus’taki eski binasının sonsuz uzun koridorlarında odacılara sora sora Cemal Bey’in odasını buluyoruz ve içeriye girip, kendimizi tanıtıyoruz. Daha önceden biri iki kez Mülkiyeliler Birliği ile Ankara Sanatsevenler Derneği’nde uzaktan gördüğümüz, ama hiç tanışmadığımız Cemal Bey, incelediği rapordan başını kaldırıp, elimizi sıkıyor. Yer gösteriyor.
Bizde heyecandan konuşacak hal kalmamış. Cemal Bey de konuşmuyor. Hiç aklımızdan çıkmayacak olan o kısık gözlerindeki sevecen bakışla tam gözlerimizin içine bakıyor. Neden sonra hafifçe gülümseyerek, “sonu ‘anta’ ile biten kaç kelime bulursan, bir kağıda yaz” diyor.
Kendisi Darphane Müdürlüğü’ne atanıp, İstanbul’a gidinceye kadar iki yıl sürecek olan “görev arkadaşlığımız” bu konuşmayla başlıyor işte.
Aynı gün başlayan “sivil arkadaşlığımız’’ ise uzun yıllar sürüyor. Belki bizim de onun gibi kadınları, aşkı, şiiri ve içkiyi sevmemiz, belki de bizim yine kendisine benzeyen o iflah olmaz kırılgan nahifliğimiz, Cemal Bey’de bir şeyler uyandırıyor. İkimiz de hayatın kullanım alanlarında tümüyle beceriksiziz ve ustalaşacağımız da yok. “Elektrik sigortalarını hep eşlerim takardı” diyor Cemal Bey gülerek ve “sende de ileride aynı şey olacak” diye ekliyor.
Gündüzü ve gecesi birbirinden tümüyle farklı bir hayata başlıyoruz. Gündüz Maliye Bakanlığı’nda biri “üstad”, öteki “çömez” iki bürokrat. Bakan konuşmaları, bütçe nutukları, aylık, üç aylık ve yıllık ekonomik raporlar yazıyoruz. Vergi incelemelerini, “tarh, tahakkuk ve tahsilat” işlemlerini tartışıyoruz. “Fiğ fiyatları”nın fiyat endeksindeki önemini anlatıyor bize Cemal Süreya.
Şiir yazarken bir kuyumcu titizliğiyle çalışan Cemal Bey, maliyecilikte daha da seçici. Dokuz, on haneli rakamların binde bire varan küsuratıyla uğraşıyor. Bize de böyle yapmamızı tembihliyor ve hiç bırakmadığı o mahzun gülümsemesiyle, “bu parada yetimlerin hakkı var” diyor. Daha küçücük bir çocukken annesini, gencecik bir delikanlıyken de babasını kaybetmiş bir insanın doğal yaklaşımı bu. Üstüne üstlük, “serde mülkiyelilik de var”.
Mesai bitip, bakanlıktan çıktığımızda ise, az konuşmalarına rağmen iyi anlaşan iki arkadaş gibiyiz. Başkent’e kurum siyahı bir gece inerken, ölgün ışıklı sokak lambalarının altında Ankara’yı arşınlıyoruz. Tıpkı Cemal Bey’in yıllar sonra sevdiği kadın için yazdığı, “Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu./Az mı dolandık başkentin sokaklarında” dizelerindeki gibi.
Dönüp dolaşıp, Ulus’taki “Kürt’ün meyhanesi”ne damlıyoruz. On kişinin ayakta zor sığışabildiği, sokağa bakan pencereleri is tutmuş, yırtık pırtık tüllerle yarı yarıya kapatılmış, sıvası dökülmüş duvarlarında Ankaragücü takımının resimleri asılı küçücük, salaş bir meyhane bu.
Ama Cemal Bey burayı seviyor ve ona “içkievi” diyor. Cemal Bey burada şair kimliğiyle tanınıyor ve nasıl seviliyor, anlatılmaz. O berduşlar, o külhanbeyleri, Cemal Bey içeri girince elini sıkmak için sıraya giriyor.
Dükkanda içine kükürt katıldığı söylenen markasız açık şarap var sadece. Bardak hesabı satılıyor, ama Cemal Süreya için yandaki bakkaldan rakı alınıp getiriliyor. Meze olarak haşlanmış yumurta ile mevsimine göre turp ya da domatesten başka bir şey yok ama Cemal Bey’e ta Denizciler Caddesi’ndeki seyyar köfteciden ızgara köfte alınıyor.
Üstelik bütün bunlar, “kızar” diye kendisine söylenmiyor. Beraber gittiğimiz iki yıl boyunca Cemal Bey o meyhanedeki rakı ve köftenin sadece kendisine verildiğini anlamıyor.
“İçkievi”nde topu topu üç sandalye bulunuyor. Biri patronun, biri o zamanların Ankara’sının ünlü kabadayısı Hacettepeli Nuri’nin ve üçüncüsü de tabii ki Cemal Bey’in oturması için konulmuş. Patron ile Hacettepeli Nuri, Cemal Süreya oturmadan oturmuyorlar sandalyelerine.
Cemal Süreya bunu da anlamıyor, bilmiyor. “Herhalde yer darlığından pek sandalye koymamışlar” diyor.
Yıllar sonra da “İçkievinden çıkınca/Camdan/Demin oturduğum yere baktım./Sandalyede/Tıpkı benim gibi oturuyor boşluğum” diye yazıp, burnumuzun direğini sızlatıyor.
O zamanların daha betonlaşmamış Ankara Dikmen’inde bir akşam üstü. Zerdali ve dut ağaçlarıyla kaplı büyücek bir bahçede oturuyoruz. Sarısabırlar, katırtırnakları altın sarısı çiçekler açmış. Arada kırmızılı pembeli Acemboruları, Japon gülleri. Havada ıtırlı bir bahar kokusu var.
Evin sahibi fakülte arkadaşımızın yaş gününü kutlayacağız. Cemal Süreya da bizimle birlikte. Bir iki saat oturup, kalkacağız. Havadan sudan konuşurken, şimdi Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinde en tepedeki yönetici olan bir arkadaşımız, şiirden laf açıyor. Kendisi de amatör bir şair. “Sembolik şiirden pek hoşlanmıyorum” diyecek oluyor. O zamana kadar pek az konuşan Cemal Süreya, tam bu esnada konuşmaya başlıyor.
Başlayış o başlayış. Hava kararıyor. Sonra gökte yıldızlar bir bir patlıyor. Sonra gökte sarışın bir çocuk başı gibi bir ay yükseliyor. Sonra ay batıyor. Sonra yıldızlar öksüz bir kandil gibi tek tek sönüyor. Sonra sağımız, solumuz zakkum pembesi, lavanta mavisi bir şafağa kesiyor. Yosma serçeler, mütevekkil güvercinler, hüznün kül rengini kanatlarında taşıyan kumrular doğan yeni günü selamlarken, Cemal Bey konuşmasını sürdürüyor.
Aragon’dan girip, Baudelaire’den çıkıyor. Sözcüklerle nasıl sanat yapılacağının en keskin örneklerini veriyor. Fransız sembolik şiirinin tüm serencamını anlatıyor. Alman ve Rus klasiklerini yorumluyor.
Sonunda “işe gitme zamanı geldi galiba” deyip, konuşmasını bitiriyor. Biz, bakanlığa gitmek için başkentin o “yumuşacık yamuk ve mavi” dolmuşlarına binmek üzereyken de, Cemal Süreya’nın kendi kendine “Akşam, yine akşam, yine akşam./Göllerde bu dem bir kamış olsam” diye mırıldandığını duyuyoruz.
Sonra Cemal Süreya Darphane Müdürü oldu ve İstanbul’a gitti. Değiştirdiği kırk kadar eve bir yenisi daha eklendi. O Ankara’ya geldiğinde, biz İstanbul’a gittiğimizde zaman zaman buluştuk.
Kadıköy rıhtımındaki üç katlı “içkievi”nde, Bostancı’daki Hatay’da konuşması az sohbetler ettik. “Esaslı kederler içinde” gençliğimiz geçti gitti. Cemal Süreya’nın, “Düelloda ölümden de acı olan/Sevdiğin kadının/Karşı tarafı ziyaret etmesidir” dizelerinin neyi anlattığını gördük.
Bir kadının“Gözlerindeki bakımsız mavi”ye vurulduk.
“Bir dilim ekmeğin, bir iki zeytinin başınaydı doymamız” diye hayıflandık. “Sonuna kadar beyaz bir kadın”ı hatırladık. Ona, “Daha nen olayım/Onursuzunum senin” diye yalvardık. Duyduğumuz her şarkıyı “Bizimçin söylenmiş sanki” diye dinledik. “Ben artık adam olmam/Bu derde düşeli” diye sessizce dövündük.
Cemal Süreya da acılar ve kırgınlıklar içinde, “kilise duvarlarında kırmızı elmalar dişleyen kadınlar”a bakarak, yaşamını sürdürdü. “Bütün fiilleri geçmiş zamanda dondurdu”. “Kökü dışarıda hain aşklar”ın acısını çekti. “Olur böyle şeyler ara sıra, olur ara sıra” deyip, dayanmaya çalıştı. “Olanca kuvvetiyle halatlara asılıyordu” ama “nafile”ydi.
Sonra dalgalar geldi. Sonra her yerimizi bir mavilik aldı. Cemal Süreya bunu biliyor ve “Hayat kısa/Kuşlar uçuyor” diyordu.
9 Ocak 1990’da, mizan defterine son çizgiyi çekti.
Biz de ona, “Nasıl hatırlıyorsan dünyayı, öyle” diye selam gönderdik.
TUNCER YIĞCI-
“Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur
İşe bak sen gözlerin de burda
Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
İyi ki burda yoksa ben ne yapardım
Bak çocuğum kolların işte çıplak işte
Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
Gözlerin sabahın sekizinde bana açık
Ne günah işlediysek yarı yarıya
Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
Bunların konuşması olur öpülmesi olur
Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıya gidiyordu
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.’’

İHSAN FEYZİBEYOĞLU-
yitik adreslere benzer
ölüm
yanık otlar gibi
sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm.
Bu mısraların şairini Cemal Süreya da çok beğenirdi. Günlüğünde onun için, ‘Biçimle gelişen ama ondan sık sık taşan bir şiirsellik buldum bu arkadaşta. İlk kitabı Karşı Gece’deki cüretli arama çabası, ikinci kitabı olan Sesler ve Küller’de gerçek bir anlatım ustalığına ulaşıyor.’demişti.
Behçet Aysan’ı, özlemle, saygıyla ve acıyla anıyorum. O ne yazık ki aramızda değil. Ama Eren Aysan burada.
Bu yıl Lalzaman adlı dosyası ile Cemal Süreya şiir ödülüne değer görüldü. Onu bir kez daha kutluyorum. Buyrun Sayın Aysan.
EREN AYSAN- Çok teşekkür ederim öncelikle.
Geçen hafta, yani 9 Ocak günü Cemal Süreya ’nın 18. ölüm yıldönümünde yaptığım konuşmada, “Ankara’dan ayağımın tozuyla geldim ve özellikle Mülkiyelilerden ve Maliye Teftiş Kurulundaki genç arkadaşlardan size selamlar getirdim” demiştim. Cemal Süreya ’nın kız kardeşi de bu toplantıya katılamayacağını rahatsızlığı nedeniyle, ama çok sevgilerini ve selamlarını iletmemi rica ettim benden. Öncelikle bunu söyleyeyim.
9 Ocak günü İstanbul’da yaptığım kısa konuşmada şunları söylemiştim: Ne şanslıyım ki, Mülkiyeliler Birliğinin bahçesinde, eski tavukçuda, eski piknikte geçen güzel bir çocukluğum var. Oradan Cemal Süreya ’nın en azından bir biçimde hayalini hatırlıyorum. Orta son sınıftaydım ne şanssızım ki, Cemal Süreya vefat ettiğinde. Babamın valizini toplayıp gittiğini hatırlıyorum İstanbul’a. Aradan birkaç sene sonra, 91 yılında Cemal Süreya Şiir Ödülleri verilmeye başlandı. O zaman babama sormuştum, bu ödüle katılıp katılamayacağını. Yeni bir kitapla katılmak istediğini söylemişti. Ne yazık ki babamın hayatı, bu ülkedeki gerici güçler tarafından kesildi. Babam, hepinizin bildiği gibi 2 Temmuzda Sıvas’ta yakılarak öldürüldü. O yüzden bu ödülü bir anlamda babam almış sayıyorum ve bu ödül, aynı zamanda bu ülkede sanatın da bir biçimde önünün kesilemeyeceğinin bir müjdecisi olsun diyelim.
Bütün bunlardan bağımsız olarak tabii bir de şöyle bir şey var: Cemal Süreya’ nın şiirine ilişkin düşüncelerim, 2000’li yıllarda şiir yazan, şiir yayınlayan birisi olarak bizim kuşağın Cemal Süreya ’ya bakışı nasıl, bu duygular nereden geliyor ve nereden yeşeriyor, biraz ona değinmek istiyorum. Şunu söyleyeyim: Öncelikle Cemal Süreya ’nın şiiri, her zaman genç kalmış bir şiir. Bunu neden vurguluyorum? Şiirde gençlik duygusunun yaşla değil de her zaman ortaya konulan yaratıyla ilgili olduğu inancındayım. İlhan Berk de zaten bu yönde birtakım şeyler yazıyor, kendi yaşına rağmen genç şiirin peşinde koştuğunu bildiriyor. Cemal Süreya da yaşla ilgili bir şey söylendiği zaman ve şiirindeki atılımıyla ilgili bir şeyler söylendiği zaman, hem taze kalmak, hem de yenilikçilikle ilgili bunu açıklamaya çalışıyordu. Bütün bunları düşünürken, aklıma biraz zıt da olsa, ironik de olsa, Mayakovski’nin bir sözü geldi: “Genç şairlerin bitmemiş şiiri azdır” diyor Mayakovski. Tabii burada ciddi bir tersinleme var. Ne demektir bu? Sanıyorum genç şairin şiirinde her zaman bir yetkin olma arzusu, bir yandan da tedirginliği hâkim. Ortaya koydukları, genellikle yapmak istedikleri bir biçimde, hiç değilse genç şairin kendisi o kanıda. Ama zaman ilerledikçe, zaman geçtikçe, yaş ilerledikçe, sanıyorum başka tasarımlar, bitmemiş tasarımlar devreye giriyor. Cemal Süreya ’nın şiiri de bu anlamda hem genç, hem de yaşının farkında olan bir şiir.
Cemal Süreya ’nın Tomris Uyar’la yaptığı söyleşiden şöyle bir not aldım: Diyor ki, “Yaşın şiire etkisi, bazı deneylerin çoğalmasıyla, bazı deneylerin anı haline gelmesiyle, bazı anıların geçersizleşmesiyle ilişkili.” Tabii bunu söylerken, bir yandan da son şiirlerinde özellikle düşüncenin şiire girmesinin kaygısını ve telaşını yaşadığını belirtiyor. Düşünce niçin şiirde tehlike ya da bugün Yücel Kayra’nın tartıştığı birazcık daha farklı olacak, ama bu felsefi şiir ya da Cemal Süreya ’nın bir anlamda karşı çıktığı Melih Cevdet Anday’ın “Kolları Bağlı Odiseus”, bütün bunlar nasıl denklemler, düşünceye nasıl karşı çıkıyor, ona biraz bakmak lazım sanıyorum.
İkinci olarak, Cemal Süreya şiiri için hep düşündüğüm şey şu: Onun şiirinde dramatik, hatta yer yer trajik olana yakın bir ironi var. Peki, nedir bu dramatik olan? Bir değer taşıyıcısı olarak bir insanın eylemi var, davranışı, tutumu ve burada çıkan insanın eyleminden önceki tahmin ve sonrasında yaşanan düş kırıklığı bir anlamda bu dramatik yapıyı besliyor. O zaman ne söyleyebiliriz? Düşündürücü bir insanlık eylemi var mıdır şiirlerinde; belki, evet. Bütün bunlar, insanı ya da olayların davranışı ve tavrıyla, tutumuyla ortaya çıkıyor. Cemal Süreya ’nın şiirlerinde bunun örneklerine bol bol rastlamak mümkün. Sonra umutla tahmin edilen arasında çok büyük bir uyumsuzluk var ve uyumsuzluk, zaman zaman düş kırıklığına kadar uzandırıyor insanı; fakat bu düş kırıklığıyla ironik bir biçimde dalga geçmeyi başarıyor. Yani biraz önce sevgili Tuncer de okudu, “Sayın Tanrıya kalırsa, seninle yatmak günah / Daha neler…” gibi mesela. İşte bunun sonunca ironik olan bir biçimde doğuyor.
Sonra gözlemlediğim bir şey daha var, özellikle 3 şairde, Cemal Süreya ’da, Edip Cansever’de ve Turgut Uyar’da. Zaten birbirleriyle etkileşim halinde giden bu şiirde, örneğin Turgut Uyar’ın “Akçaburgaz” ya da Edip Cansever’in “Tragedyalar”, “Bezik Oynayan Kadınlar”, hatta “Ben Ruhi Bey, Nasılım?” Cemal Süreya ’nın “Onlar İçin Minibüs” şarkısı, bu şiirlerde insan kişilikleri hiç birbirlerine benzemiyorlar, ama bir dramatik yapı hâkim ve bu dramatik yapı yer yer tiyatral olana da ulaşıyor. Bunun en iyi örneğinde, özellikle Edip Cansever’in iki uzun şiirinin tiyatroya uyarlanmasıyla gördük, “Bezik Oynayan Kadınlar” ve “Ben Ruhi Bey, Nasılım?”ı. Umarım Cemal Süreya için de bu gerçekleşir.
Sonra nedir bir başka olgu? Burada sözünü ettiler, erotik olandan söz edildi. Bunu Cemal Süreya ’nın da aynı zamanda kabul ettiği ve düşündüğü bir şey olarak görüyorum. Ama bunu bir arayış ya da pornografiye uzanan bir çağrışımlar silsilesi olarak değil de, yaşamın tam da içinden gerçekleştirdiği inancındayım.
Sonra, Cemal Süreya ’nın şiirinde benim hissettiğim başka bir şey daha var; yalnızlık duygusu bence. Üstelik çok fazla insandan beslenen bir şiir olmasına rağmen, şiirinde tek bir söyleyiş hâkim ve hep bir noktadan geçiyor.
Sonra, Cemal Süreya ’yla ilgili olarak düşündüğüm zaman yine şöyle bir şey karşıma çıkıyor: “Çok şükür ki ben büyük bir şair değilim” diyor Cemal Süreya . “Ama bir sır söyleyeyim mi kulağına? Cins bir şairim ben, nişancı bir şairim, gözünden haklarım imgeyi” diye belirtiyor. Bu, aslında Cemal Süreya ’nın şiir tanımı da. Bunu da bir yazısında şöyle açıklıyor: “Sözgelimi Baudelaire cins bir şairdir, Hugo büyük bir şair. Büyük şairin kitlelerin duygularını ve onların isteklerini yansıtmış büyük temalara yönelmiştir. Cins şairler de hayatı, dünyayı kendi imbiklerinden geçirmişlerdir.” Cemal Süreya kendini böyle tanımlıyor, ama bence o her ikisini de başarmış bir şair, yani hem cins bir şair, hem de büyük bir şair.
Çok teşekkür ederim.
TUNCER YIĞCI-
“Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrım.

Ama,aldığın şu hayat
Fena değildir..

Üstü kalsın..
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- 1980’lerin sonunda Cemal Süreya , Can Yücel’le birlikte İzmir’de bir panele katılıyor. Orada yeterince ilgi olmadığını görünce Can Yücel, “Ozon tabakası delindi diyorlar, ama asıl delinen ozan tabakası” diye bir espri yapıyor. Bu akşam konuşmacılarımızın ve sizlerin ilgisini görünce, en azından Ankara’da henüz ozan tabakasının delinmediğini anlıyoruz. Süre sınırından dolayı, şimdiye kadar yaptığım görevlerin en zor olanını yerine getirmeye çalıştım, umarım hoş görülüyorumdur sayın konuşmacılar tarafından. Bir 10 dakika kadar zamanımızı aşabiliriz diye düşünüyorum, bu âdettir, değil mi Sayın Genel Başkanımız?
Sizlerden söz almak isteyen olur ise, sizi de dinlemek isteriz. Belki konuşmacılarımızın da ilave etmek istedikleri hususlar olabilir.
Mustafa Beyin ilave edeceği bir husus varmış.
Buyurun.
MUSTAFA ŞERİF ONARAN- Ben biliyorsunuz, kısacık konuşmuştum, ama şimdi Devlet Tiyatrosu sanatçısı arkadaşımız, onun “Ölüm” şiirini okuyunca, üzülerek söylemek istediğim bir şey geldi aklıma: Cemal Süreya öldü mü, öldürüldü mü, ne oldu, karışık ve karanlık. Gerçi bir diyabeti vardı, gerçi içkiyi kullanmada da pek sınır tanımıyordu. Diyabet öyle bir hastalık ki, hastalıkla hasta arasında çok iyi bir iletişim kurulması gerekir. Ama oğlu onu dövdü mü ve o dövmede bir beyin zedelenmesi oldu mu ya da diyabeti, sınırsız bir durumda birtakım dengesizliklere mi yol açtı; hâsılı elimizden kayıp gitti. Ancak Cemal Süreya , bütün efendiliği, bütün inceliği, bütün hani o gönül insanı olma özelliklerinin ötesinde, sözünü esirgemeyen bir insandı da. Küçük bir fıkrayla onun sözünü esirgemeyişini anımsatmak isterim: Cemal Süreya Darphane Müdürüyken onu görevden almak isterler ve bir bahane uydurmak isterler. Zamanın Maliye Bakanı gelir, “burası ne kadar da pis” der ve Cemal Süreya ’nın verdiği yanıtı pek çoğunuz bilirsiniz: “Siz gelmeden evvel temizdi” der.
Teşekkür ederim.
MUZAFFER İLHAN ERDOST- Bir dizem vardı, ama denk düşmedi. Madem öyle oldu, Cemal Süreya’in bu dizesini okuyarak şey yapmak istiyorum. “16 dize” diye dizeleri var Cemal Süreya’in, “16 dize” diye dizeler sıralamış. Tek şiir gibi, ama ayrı dizeler. Onların içerisinden tek bir dize, biraz da beni burkan bir dize olduğu için: “Gömmeden önce biraz gezdirin beni” diyor. Biraz Cemal’i gezdirelim.
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- Mehmet Aydın Hocamızın ilave edeceği birkaç cümle var.
Buyurun.
MEHMET AYDIN- Efendim, Cemal Süreya ’nın düşünce yapısı, Epiküriyen bir felsefeye dayanır, hazcıdır kendisi, haz felsefesini öne çıkarır. İkincisi, Freud’a bağlıdır, bu yüzden sürrealizm akımına daha ağırlık verir şiirlerinde. Dil için özleşmiş Türkçeye bağlı değildir, Ataç’ı da alabildiğine eleştirir. Bu da sosyalist akımın gereği olan “dil bir üstyapı kurumu değildir, dil hem üstyapı, hem altyapı kurumudur” şeklindeki bir anlayışa dayalı olarak gerçekten dili bir halk Türkçesi olarak, ki bunu da şiirsel bir şekilde içselleştirmek suretiyle şiire yedirmiştir. Ancak gerçekçilik açısından şu çizgide onu bağlamak gerekir: Birincisi, hepimizin şimdi edebiyatımızda geçerli olan çizgiler var; toplumcu gerçekçi değildir. Kendisi eleştirel gerçekçidir, sanat gerçekçisidir. Yani daha yabancı dilce söylersek, sosyalist realizmden ziyade, sosyal realizmi yansıtmıştır.
Bir de Cemal Süreya ’nın en büyük özelliği, simgeleri ve bir de aliterasyonu şiire çok iyi bir şekilde yedirmesidir. Mesela Anadolu’daki nehirleri ele alır, “nehirler boyunca kadınlar gördüm” dediği zaman, bakıyorsunuz Ege ve Orta Anadolu kadınını Porsuk ve Sakarya’yla niteler, Kızılırmak’ı Karadeniz kadını ve yine Doğu kadınıyla niteler. Dicle Nehri’ni de Güneydoğu Anadolu kadınıyla niteler. Bu 3 nehrin ve o kadınlarla simgeleştirdiği varlıkların özelliklerini son derece güzel bir şekilde dile getirir.
Bir de “üçgenler” diye bir şey alır. Üçgenler, bir işçiyi ele alır, ikincisi bir hayat kadınını alır, üçüncüsü bir sanatçıyı ele alır. Bu üçünü karşılaştırır, üçgen olarak karşılaştırır ve birincisi, sigara ister birisinden. Onurunu çiğnetmiştir işçi. Kadın kendi etini satmaktadır, hatta iyi giyinmek zorundadır, terzilere gider vesaire… Fakat bir kafe kemancısı vardır ki, mütemadiyen kafelerde dolaşır. Bu bir sanatçıdır, sanatçıya büyük bir onur verir, son derece büyük bir onur verir. O hiçbir zaman başını eğmez ve parasını yer, çaldığı kemanın parasını yer. O halde 3 varlığı çok güzel bir şekilde dile getirir ve matematiği şiirleştirir burada. “Nerede o üçgenler / Nerede bilimlerin söylediği / Thales’lerin, bilmem nelerin söyledikleri / Hayatın üçgeni başka türlü” diye bu üç varlığı ele alır, bu üç varlığı çok güzel bir şekilde, şiirli bir şekilde yansıtır.
Bu bakımdan, Cemal Süreya , gerçekten Türkçeye hâkim, şiire hâkim, lirik bir şair. Ancak gerçeklerden toplumcu gerçekçi değil. Birkaç gerçekçi var; toplumcu gerçekçi var, sosyal gerçekçilik diyoruz, sanat gerçekçiliği var, şifre gerçekçiliği var. Şifre gerçekçiliğine düşmemiştir, İkinci Yenicilerden bazıları, ne yazık ki günümüzde şifre gerçekçiliğine düşmüşlerdir. Gerçekten Cemal Süreya bir sentezdir, her alanda bir sentezdir ve standardı tamamen aşmıştır, kendi adında bile. Cemal Süreya ’nın “y”sini atmak suretiyle âdeta kitle varlığını, orta anlayışı ve toplumun ortak değerlerini aşar. Böylelikle kendi adında bile, kendi kişisel varlığında bile bir soyutlamaya gidiyor, Cemal Süreya ’nın “y”sini atmak suretiyle Cemal Süreya.
Bir de burada “üstü kalsın” diyor. Ki, çok güzel söyledi Mustafa, dedi ki, “o sözünü esirgemezdi.” Şiirinde Tanrıya bahşiş veriyor, bu da garip bir şey, “üstü kalsın” diyor, bahşiş vermeye kalkıyor. Bu bakımdan gerçekten Cemal Süreya , son derece açık, bütün değerlere açık, kavramlara açık, sözcüklerin en son sınırlarını zorlayan ve onları içselleştiren gerçekten lirik bir şairdir. Ruhu şad olsun diyorum.
Hepinizi tekrar teşekkürle selamlıyorum.
MUZAFFER İLHAN ERDOST- Burada bir şey söyleyeyim: “Cemal Süreya Türkçenin özleşmesine karşıydı, Ataç’a karşıydı” falan gibi… Ataç bir gün beni haşladı, “Cemal Süreya diye bir şair midir, nedir, birisini çıkardınız, başımıza bela ettiniz” dedi. Cemal Süreya da Ataç’ı sevmeyebilir, ama Cemal Süreya Türkçenin özleşmesine karşı bir şiir yazdı diye yahut öyle bir tavrı oldu diye düşünmek bence son derece yanlış. Öbür düşünceler ayrıca tartışılabilir, ben ideolojiyle şiir arasındaki şeyi ve Cemal Süreya’in şiire yaklaşımına ideolojisini nasıl yansıttığını ifade ettim ve “Kalın Abdal” şiirini de onun için okudum.
MEHMET AYDIN- Efendim, bakın okuyayım: “Nurullah Ataç çeliştirmen, Tahir Alangu soruşturman, Cevdet Kudret deviştirmen, Suut Kemal çekiştirmen, Mehmet Kaplan uyuşturman, Sabahattin Eyüboğlu yetiştirmen, Orhan Burion barıştırman, Vedat Günyol biliştirmen, Adnan Benk veriştirmen, Fahir Ongel geçiştirmen” ve devamlı şekilde gidiyor. Hatta şurada öz Türkçeye yönelenleri alabildiğine ironik bir şekilde dile getiriyor. Kısa Türkiye Tarihi 4: ‘O yıllarda ülkemizde çeşitli hükümlerle 72 dilden ikisi yasaklanmıştı, ikincisi Türkçe’. Daha da devam edilebilir.
Yalnız, eğer isterseniz, bir şiiriyle ben bunu kapatmak istiyorum, zamanınız var mı?
Bulutu kestiler bulut üç parça
Kanım yere aktı bulut üç parça
İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış
Bir kadının yüzü ha ha ha.

Bir kadının yüzü avucum kadar
İki gözümle gördüm vallahi billahi
Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim
Bu kimin meyhanesi ha ha ha

Bu Ali'nin meyhanesi bu da masa
Bu ipi kimse için gezdirmiyorum
Bir kere asılmıştım çocukluğumda
Direkler gemideydi ha ha ha

İki gemiciynen Van Gogh'dan aşırılmış
Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim
Ben ömrümde aşk nedir bilmedim
Süheyla'yı saymazsak ha ha ha
“Burada ben en çok Süheyla’yı severdim” demiyor, evirtim yapıyor. Dilde müthiş oynamalar yapıyor. Bir de ünlem getiriyor şiire. Şiirimize ünlem yoktur, şiirimizde bu ünlemi getirmiştir. Fevkalade bir şekilde, bir çağrışımı Van Gogh’a kadar uzanmıştır. Uzak çağrışımları Afrika’yı, yani aşağı yukarı pek çok şeyleri, uzak çağrışımları şahısta olsun, mekânda olsun, tarihte olsun, uzak çağrışımları son derece güzel bir şekilde kullanıyor ve gerçekten şiirin bir babasıdır.
Teşekkür ederim.
İHSAN FEYZİBEYOĞLU- Teşekkür ederim.
Efendim, BİLAY Vakfı olarak bu çalışmaları Mülkiyeliler Birliğiyle ortak yapmaya başladık. Geçen yıl da bir etkinliği birlikte gerçekleştirmekten dolayı çok mutluyuz. Önümüzde birkaç konu var, sizlere bunu duyurmak istedim. Katkılarınızı ve desteklerinizi beklediğimi de ifade etmek istiyorum. Birisi, Cemal Süreya ’nın iki antolojisinden birisi, Mülkiyeli Şairler Antolojisidir bildiğiniz üzere, 1966’da sanıyorum yayımlanmış. Onu güncellememizin çok doğru olacağın düşünüyorum. Özellikle 150. yıl etkinlikleri kapsamında da böyle bir proje ele alınabilir. Tabii bununla başladığımız zaman, diğer Mülkiyeli yazar, şair ve sanatçıları, müzisyenleri de benzer bir çalışma içinde değerlendirebiliriz. Bu konularda desteklerinizi bekliyorum.
İlginiz için de teşekkür ediyorum. İyi akşamlar diliyorum.